Bosna, Sevgilim... - Bisikletle Bosna Hersek 3

Saraybosna'dan ayrılalı bir kaç saat olmuştu. Tutkuyla bağlı olduğu sevgiliye uzun yılların ardından kavuşmuş, hemen sonra ondan ayrılmak zorunda kalmış ve ne yapacağını bilemeyen biçare birisinin sersemliği vardı üzerimde. Birkaç saat önce Sevgili Saraybosna'daydım. Bu kendimden geçmişliğimle birlikte, içim huzur doluydu; çünkü Aliya'nın huzurundaydım da... Aliya'yı ziyaret etmek hayalim değildi, yerine getirmem gereken kutsi bir görevdi.




Böylesine kutsi bir görevi yerine getirmiş olmanın huzuruyla işte yine yoldaydım, doğru yolda olup olmadığımı bile bilmiyordum. Telefonum, akıllı dedikleri telefonlardan değildi, bir yeri bulmamda bana yardımcı olamıyordu. Her yeri olduğu gibi, dağın başındaki bu yaylaya giden yolu da insanlara sorarak bulmaya çalışıyordum. Yolda gideceğim yaylayı sorduğum bir arkadaş doğru yolu gösterdikten sonra yolun çok zor olduğunu söylüyor, birkaç defa oraya aracıyla gitmeye niyetlenmiş; ama yolun durumunun iyi olmadığını duymuş, planını gerçekleştirememiş, dediğine göre yolda heyelanlar, seller eksik olmuyormuş. Yol üzerindeki bir camiden mataramı dolduruyorum, sonra caminin içine giriyorum. Cami içerisindeki panodaki eski fotoğraflardan anlaşıldığı üzere bu cami de Bosna Savaşı yıllarında kasıtlı saldırılar sonucu tamamen yıkılmış, burada yaşayan insanlar-kadın, çoluk, çocuk... kim varsa- cami yıkık iken bile caminin olduğu yerde açık alanda ibadetlerine devam etmiş, yıllar sonra ilk fırsatta yine hep birlikte camiyi yeniden inşa etmişler.

Yayladan önceki son yerleşim yeri olan Fojnica'daki bakkaldan birkaç paket makarna alıyorum, zaten bakkalda makarna dışında üç beş çeşit öteberi dışında hiçbir şey yok. Yaylada ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum, orada makarna bulabileceğimden de emin değilim. Makarna, sporla ilgilenen herkesin olduğu gibi benim de turdaki can yoldaşımdır. Turdayken her günün sonunda kamp ocağımda muhakkak makarna pişiririm; her gün yemem gerekiyor ki, en azından önümüzdeki bir kaç hafta boyunca daha pedal çevirebilecek gücüm olsun. Tur öncesinde, turuma dağlardan geçen bölümler eklemek istiyordum. Yolunda olduğum yaylanın bir fotoğrafını gördüğüm ilk anda burayı kesinlikle görmem gerektiğini düşündüm ve buraya çıkan yol nasıldır, daha önce buraya bisikletle çıkılmış mıdır diye hiç araştırmadım, hemen rotama dahil ettim, yaylada hayat varsa bir şekil de çıkarız. Fojnica'da asfalt yol son buluyor, stabilize yol başlıyor, başlarda nispeten düzgün olan bu yol yükseldikçe bozuluyor, zorlu yokuşlar başlıyor. Hatırı sayılır bir meblağ ödeyerek bu tur ve gelecekteki turlarım için aldığım yeni gidon çantam; bu yayla yolunun  tümseklerine, çukurlarına gire çıka ve taşlarına çarpa çarpa daha fazla dayanamıyor ve bir kaç yerinden kırılıyor, gidon çantasını yaylada tamir etmek üzere emaneten bisiklete kancalı lastikle iliştirip yoluma devam ediyorum, yolum uzun ve çetin olduğu için çantayı tamir etmek için çok fazla zaman harcayamıyorum. Birkaç noktada kısa süren yağmura yakalanıyorum. Bir çeşmenin yanındaki çardağın altına sığınıp yağmurun dinmesini bekliyorum. Yayladan sonraki yol planım: yaylaya çıktığım yoldan 4-5 km kadar aşağı inip Sebesic yoluna girip, Sebesic üzerinden Gornji Vakuf'a inmekti. Sebesic yol ayrımına geldiğimde, oraya dikilmiş olan tabelada benim iniş için kullanmayı düşündüğüm Sebesic yolunun geçişinin mümkün olmadığı ve kapalı olduğu yazıyordu. Heyelan, sel gibi bir durum var sanırım. Bisikletle geçmek mümkün müdür bilmiyorum; ama yayladan indikten sonra bu yola girip ilerleyebildiğim kadar ilerlemeyi düşünüyorum.

Yolun bir yerinde küçük bir şelale oluşturarak yola akan berrak bir su akıntısı görüyorum, uzun süredir sakal tıraşı olmuyordum, sakalım da kaşınmaya başlamıştı, yoldan çıkıp ormanın içindeki derenin akarını bulup, suyun birikinti yaptığı uygun bir yerinde sakalımı kesiyorum, kendime sağlam bir kese çektim, misler gibi oldum, çok rahatlıyorum. Belgrad'dan başlayan turum boyunca gittiğim her yerde çeşmeler ve dereler temiz bir şekilde akıyordu. Mataramın boşaldığı anda hemen bir çeşme buldum. 

Yemyeşil bakir ormanların içinden geçiyorum, sağımdan solumdan çağlayan dereler akıyor, kuşlar şarkılarını söylüyorlar.  Böyle bir yolda ilerlerken molalarımı oldukça kısa tutmaya çalışıyorum; çünkü gün sonunda yaylaya ulaşamama gibi bir durumla karşı karşıyayım. Bir süre sonra güneş artık dağın ardına geçiyor, dağların üzerime düşen gölgesi terimi soğutuyor. Gün sonunda yaylaya ulaşamamam durumunda sağıma soluma kamp kurabileceğim yerler bakınırken, ağaçların arasından yaylanın dış evlerinden bir kaçını görüyorum. Bisikletimi solumdaki kayalıklara yaslayıp, daha yüksek olduğundan iyi bir görüş açısına sahip olan kayalığın üzerine çıkıyorum, artık yaylanın daha büyük bir kısmını görebiliyordum; yayla sanki gerçek değil ve kesinlikle fotoğraflarda görüldüğünden çok daha güzeldi. Boz renkli ahşap evler, yamaç boyu devam ediyor ve evlerin alt tarafında bir ressamın fırçasıyla çizilmiş ve oraya kondurulmuş gibi duran bir göl, karşı yamaçlara dağılmış olarak otlayan koyun sürüleri göze çarpıyor. Ben çok yorulmuştum, yayla çok güzeldi, seyrine doyum olmuyordu; saatlerce seyrederdim; ama geceyi burada, bu kayalıkların üzerinde geçiremezdim; çünkü  burada ve civarda çadır kurmaya uygun bir düzlük yoktu. Hem yaylanın koynunda gecelemek başka olurdu.


O yorgunluğuma rağmen yarım saat sonra, zifiri karanlık olmadan evvel yaylanın önündeki gölün kıyısına varıyorum. Hızlıca çadırımı kuruyorum. Önündeki ineklerini ağıla doğru götürmekte olan yedi sekiz yaşlarındaki çocuğa içme suyu alabileceğim yer soruyorum, çocuk beni anlamıyor. Sonra göl kenarında yürüyüşe çıkmış olan bir kaç yaylacıyı görüyorum, bana selam verdiklerinde Yasmin Abi ile tanışıyorum. Yanındaki yaylacılarla ayaküstü konuşuyoruz. Yanlarındaki yaylacı genç kız Türk dizilerini çok seviyormuş, en sevdiği dizi Yeni Gelin'miş. Yasmin Abi bana suyun yerini gösterdikten sonra gölün karşı kıyısındaki evini gösterip evine çay içmeye çağırıyor Çok yorgunum, iki gün daha burada kalmak istediğimi söyleyip daha sonra gelmeye çalışacağımı söyleyip teşekkür ediyorum. Sonra makarnamı pişiriyorum, kısa süre sonra hava epey soğuyor, hemen tulumun içine giriyorum erken saatte uyuyorum, gece yağmur, dolu, rüzgar ve şimşek sesleri ile uykum ara sıra bölünüyor.

Ertesi gün, güne sis ile başlıyoruz, kısa süre sonra yağmur onun arkasından dolu yağıyor, onun hemen arkasından şiddetli rüzgar esiyor, sonra güneşli açık bir hava hakim oluyor. Havanın açık olduğu anlarda fotoğraf makinem ile yaylayı dolaşıyorum. Yayladaki insanlar hala 50 yıl öncesinde yaşıyor gibiler, bir teyze tokaç ile çamaşır yıkıyor. Yasmin Abi'ye uğruyorum. Sağ olsun beni çok iyi ağırlıyor. Burası önceden insanların hayvancılık yapmak üzere kullandıkları bir yaylaymış, hala hayvancılık yapılıyormuş, son yıllarda yayla insanların ilgisini çekmeye başlamış, kendisi de buraya gelen insanlara ev kiralıyormuş. Burasının havası hep çok değişkenmiş, geçmiş yıllarda Birleşmiş Milletler görevlilerini taşıyan helikopter yoğun sisli bir havada yaylaya çarpmış, evet yaylanın bitişiğindeki yamaca çarpmış,  maalesef 12 kişi hayatını kaybetmiş. Benim çadır kurduğum noktanın 100 metre kadar ilerisine helikopterin çarptığı noktaya kazada hayatını kaybedenlerin anısına bir anıt dikilmiş, anıtı bu sabah görmüş ve anıt üzerinde yer alan 12 ismi okumuştum. Yasmin Abi'nin dediğine göre: yaylanın bulunduğu dağın zirvesindeki geçit aşılarak Gornji vakuf'a gidilebilen, patikadan hallice bir yol varmış. Nadiren bu yolu kullanarak Gornji Vakuf tarafından gelen arazi araçları oluyormuş. Ben, "Bisikletle bu geçidi geçebilir miyim?" dediğimde: "Buraya kadar geldiysen geçebilirsin." diyor. Patika olsa bile bana yeterdi Biiznillah elbette geçerim. Bunu öğrenmek beni mutlu ediyor, kapalı olduğu halde geçmeye çalışacağım Sebesic yolu az da olsa aklımı kurcalıyordu.

O gün ve gece yaylada hava kah yağmurlu, kah rüzgarlı, kah dolulu, kah güneşliydi; ama her bir hava durumu sadece 5 dakika sürüyor, hemen sonra bambaşka bir hava hakim oluyor. Bir günde 85 mevsim yaşanıyor yaylada. Yaylayı dolaştıktan sonra zamanımın büyük kısmını çadırımda dinlenerek, ya da çadırın yanındaki masada çay içerek, bir şeyler atıştırarak geçiriyorum. Boş bir gün bana çok iyi geliyor, günlerdir aralıksız bisiklet sürüyordum, çok yorulmuştum, hemen önümde aşılması gereken bir geçit vardı, iyice dinlenmiş ve enerjimi toplamış oldum. Yayladaki ikinci gecemin sabahında buraları kendime çok sevdirmeden yola koyulmam gerektiğini düşünüyorum. Çadırımı topluyorum, yaylaya nazır manzaramda kahvaltımı yapıp yola düşüyorum. Yasmin Abi'nin tarif ettiği yoldan bazen bisiklete binerek, bazen bisikletimi iterek geçide doğru tırmanmaya başlıyorum. Geçide çıkarken hava genelde sisli idi. Yoğun sis kısa süreliğine aralıklandığında arkama dönüp yaylanın alacalı görünüşüne bakıp sis yeniden görüşü tamamen kapatana kadar yaylayı izliyorum.

Prokosko'dan Gornji Vakuf'a giden bu yol bazı yerlerde birden fazla kola ayrılıyor, doğru yolu sorabileceğim hiç kimse yok, ve ben içgüdüsel olarak yollardan birini seçiyor yoluma böyle devam ediyorum. Sisli, toprak, bazen çamur, dik yokuşlu olan bu yol, zorlu; zor olması, anlamsız şekilde mutlu ediyordu beni. Sonra aklıma yıllar önce Gürcistan'da Orhan abi ile birlikte geçtiğimiz, Zagari Geçidi'ndeki aksiyon dolu, tehlikeli ve maceralı yolculuk geliyor. O zaman Orhan Abi ile zor bir işi başardığımız için, şimdi bu geçidi geçerken, işi başaramamak gibi bir düşünce bir an bile aklıma gelmiyor. İyi ki o zaman, böylesine zor bir işi gerçekleştirmişiz. İyi ki o zaman Orhan Abi'nin peşine takılmışım. Beni mutlu eden yolun zor olması değil; zor olanı başarabiliyor olmamdı ve bu kesinlikle çok anlamlıydı.

Prokosko'dan Gornji Vakuf'a giden yemyeşil çayırlar içinden geçen, patikadan hallice olan bu yoldan benden başka hiç kimse geçmiyor, tepeden aşağıya doğru inmeye başlıyorum; sis dağılıyor ve artık daha güneşli açık bir hava hakim. Önümdeki derin vadiyi ve karşı yamaçlardaki köyleri ve köylerin içinden yükselen minareleri görebiliyorum. Bugün günlerden cuma, cuma vaktinden önce bu köylerden birinde olmayı umuyorum. Takip ettiğim yoldan çok fazla aşağıya iniyorum, takip ettiğim yol beni, minarelerini gördüğüm köylere ulaştıramıyor, onlar daha yukarılarda kalıyor. Vadinin tabanına indiğim ilk anlarda küçük bir köye ulaşıyorum, köyün mütevazı meydanına vardığımda bu köyde de bir cami olduğunu görüyorum. 

Köyün küçüklüğüne rağmen cami önünde epey kalabalık vardı. Cumaya yetişmiş olmayı çok isteyerek cami önündeki cemaatten birine namazın kılınıp kılınmadığını sorduğumda, cami önündeki o güzel kalabalığın namazdan henüz çıkmış cemaat olduğunu öğreniyorum. Cumayı kaçırdığım için üzülüyorum; fakat bu küçücük dağ köyünde böylesine kalabalık bir cuma cemaati görmek beni duygulandırıyor.

Cumadan henüz çıkmış ve yürüyerek evlerine işlerine dönmekte olan insanlara selam vere vere aşağılara doğru sürüyorum demir atımı. Daha yukarılarda hafif atıştıran yağmur Gornji Vakuf dolaylarında şiddetini epey artırıyor. Gornji Vakuftan Prozor'a giden yol üzerindeki bir araba tamircisine sığınıyorum. Burada da tatlı dille, güler yüzle karşılanıyorum, iyi ağırlanıyorum. Burada çalışan genç arkadaşı herkes gerçek adı ile değil de Polat takma adı ile çağırırmış. Bu arkadaş Kurtlar Vadisi'nin tüm bölümlerini defalarca izlemiş.

Yağmur durunca ıslak yoldaki suların paçalarımı ıslatmasına aldırmadan bir kaç mola ile Prozor yakınlarına kadar bisiklet sürüyorum. Prozor yakınlarında yağmur yine şiddetleniyor, kısa süreliğine şiddetli yağmurda bisiklet sürüyorum, sonra yol kenarındaki bir yapının balkonunun altına sığınıyorum; yarım saat kadar bu balkonun altında dinmesini bekliyorum. Yağmur durunca Prozor'a kadar sürüyorum. Prozor'da yine yağmur başlıyor. Islanıyorum, biraz üşüyorum, sıcak bir şeyler içme ihtiyacı hissediyorum, bir mekana sığınıyorum, bir kahve istiyorum, dışarıda deli yağmur devam ediyor. Mekandaki genç arkadaşa yakınlarda çadır kurabileceğim bir yer sorduğumda, Rama Gölü kıyısını tavsiye ediyor. İçeride bir şeyler atıştırıyorum, yoğun şekilde yağan yağmurun dinmesini  beklerken pencere kenarında birkaç fincan kahve içiyorum, bir saat kadar  sonra Rama yoluna koyuluyorum.

Gölü tepeden gören bir noktaya vardığımda gölün çevresine bir göz gezdiriyorum, olağanüstü bir yer, adada büyükçe bir kilise ya da manastır göze çarpıyor; uzaklarda karşı yakada bir cami görünüyor. Etrafa göz atmakta iken yol kıyısındaki bir mekandan bir ses duyuyorum, duruyorum ve o yöne bakıyorum, genç bir arkadaş beni çağırıyor, aslında yağmurun tekrar başlamasından korkuyor bir an önce çadırım için uygun bir yer bulmayı düşünüyordum; ama davete icabet etmek, davet eden insanları mutlu ediyor, dolayısıyla ben de mutlu oluyorum. Bu düşüncelerle yanlarına varıyorum, bisikletimi hemen oradaki duvara dayıyorum, Bu mekanın sundurmasında beni çağıran arkadaştan başka 60 yaş üstü diyebileceğim 7-8 kadar kişi alkol almakta. Birkaç dilde selam veriyorum, sanki beni anlamıyorlar gibiler, belki de duymuyorlar; beni davet eden arkadaş dışında diğerlerinin pek umurunda değil gibiyim, zaten onlar da pek ayık görünmüyorlar. Konuşmaya çalıştığımız arkadaşın çok az ingilizcesi var, anlaşmamız güç oluyor; fakat idare ediyoruz. Bana elindeki birayı gösterip içer misin anlamında soruyor. Hayır anlamında bir işaret yapınca, bana çay getiriyor, sağolsun. Sonra, nereli olduğumu soruyor, Türkiye cevabını verdiğimde karşımdaki masada oturmakta olan amcalardan birinin hala hayatta olduğunu farkediyorum. Geldiğimden beri hareketsiz bir şekilde sandalyesinde oturan amca hiddetle yerinden doğruluyor. Türkiyeli olmam onu çok rahatsız etmiş gibiydi, bunu anlamak pek zor değildi, hangi dilde konuştuğunu anlayamasam da dediklerinin ne anlama geldiğini hal ve hareketleri ele veriyor. Bana: "Senin burada ne işin var," (gölün öteki tarafındaki minaresi görünen köyü işaret ederek) "Oraya git,." gibi şeyler söylüyor. Diğer amcalar hala tepkisizken bir şekilde biralarını yudumlarken genç arkadaş onu yerine oturtmaya çalışıyor. Sonunda yerine oturuyor, yerine oturduktan sonra hala söylenmeye devam ediyor ve Bosna'nın, Boşnakların ve Türk devlet büyüklerimizin adını ağzına alarak sanırım küfürler ediyor. Bir ara, beni anlamayacaksa da yaptığının ayıp olduğunu söylemek istiyorum; fakat sonra vazgeçiyorum. Onu bu davranışa iten sebepleri anlıyorum, mutlu bile oluyorum, demek ki biz buralardaymışız. Sonra beni davet eden arkadaş mahcup bir şekilde sen bakma ona, gibi şeyler söylüyor. Bir of çekip bu ortamda daha fazla kalmamın uygun olmayacağını düşünüyorum ve çayımın yarısını bardakta bırakıp kalkıyorum, ayrılırken arkadaş tekrar gelmemi istiyor.

Bu nahoş olayı yaşadığım ortamdan ayrıldıktan sonra gölün üzerinde bulunan köyün bakkalından ekmek ve su alıp göl kıyısına iniyorum. Gölün suyu, duş almaya, kıyafet bulaşık yıkamaya uygun görünüyor; içilebilir mi bilemiyorum. Şimdilik içme suyum var, biterse yeniden bakkala uğrarım. Uygun bir kamp noktası bulabilmek için birkaç kilometre kadar göl kıyısında pedallıyorum. Buralar epey yağış aldığından her yerde en az bir metre kadar ot var. Sonunda uzun süredir kullanılmadığı belli olan, otları nispeten kısa, sanırım bir kısmı da göl içerisine dahil olmuş bir futbol sahasının içine girip, kale direğinin oralara çadırımı kuruyorum. Bu yeni mekanı: gölüyle, sırtını yasladığı tepeleriyle karşı kıyıdaki camisiyle epey seviyorum, dinlenmek için ve kıyafetlerimi yıkamak için epey zamanım oluyor.  Yağmura ıslanan ve gölde yıkadığım kıyafetlerimi kale direğine asıyorum. Bir bisiklet turcusunun yıkadığı kıyafetlerini asabileceği bir kale direğinin olması iyi bir şeymiş.  Etrafta yağmur Sonrasında oluşan muhteşem bir toprak kokusu var, ileride bir kaç balıkçı oltalarının başında oturuyor.

Ertesi gün derin vadilerden, tünellerin içinden geçerek, iki yanındaki yemyeşil yamaçların arasından güldür güldür akan Neratva'nın kıyısından Mostar'a doğru ilerliyorum. Gün sonuna bir kaç saat varken, Mostar'a 10-15 km kadar bir mesafede Neratva Nehri kıyısına çadırımı kuruyorum. Çadır kurduğum noktanın yakınlarında nehir kenarında oturmakta olan üç arkadaşa selam veriyorum. Arkadaşlardan ikisi Mostar tarafından gelmişler, diğeri Damir: ninesinin evi varmış yakınlarda, tatil için buradaymış. Tatildeyim, sadece yiyorum, içiyorum, Neratva'da yüzüyorum, şimdilik tek işim bu." diyor, ve "Ah dostum, bu muhteşem nehri seviyorum." diye de ekliyor.

Nehirde biraz yüzüyorum kıyafetlerimi sudan geçiriyorum. Akşamüzeri makarnamı pişirmiş ve ilk çatalımı batırmak üzereyken uzun süredir görünmeyen Damir çıkageliyor, makarnayı beraber yiyoruz, makarnadan bir çatal alıyor, ah dostum makarnayı seviyorum diyor. Makarnanın üzerine pul biber ekliyorum, o da ekliyor,  Damir yine "Ah dostum, pul biberi seviyorum diye ekliyor. Damir'in arkadaş canlılığı hoşuma gidiyor. Sonra Damir biraz yüzeceğim deyip kalkıyor, giderken "Ah dostum bu nehri çok seviyorum." diye ekliyor.
Sabah çayımı demliyorum, zeytin, peynir, hurma, domates, salatalık, bisküvi... ne varsa sofraya seriyorum, Damir ufukta görünüyor, "Günaydın dostum, ben de yüzmeye gidiyordum." diyor. "Gel çay iç, sonra yüzersin." diyorum, ikiletmiyor. Sanki kahvaltı için randevulaşmışız gibi oluyor. Kendi bardağımı ona veriyorum. Çaydan bir yudum alıyor. "Ah dostum, siyah çayın hastasıyım." diyor. Damir ile beraber sofrayı silip süpürüyoruz, çantadaki kahvaltılık stoklarını da tüketiyoruz. Sonra Damir ile vedalaşıyoruz, ayrılırken bana: "Hayat güzel dostum, sen de güzel yaşıyorsun, yemeye, içmeye, gezmeye, sevmeye devam et." diyor. O muhteşem Drina'ya yüzmeye gidiyor, ben Mostar yoluna koyuluyorum.
Mostar'a yaklaştığım her bir metrede biraz daha heyecanlanıyorum. Bir saatten biraz daha uzun bir süre sonra Mostar'a varıyorum. Sanki bu şehre daha önce gelmiş gibi hissediyorum. Hayranlıkla camilerin yanından, taş duvarlı evlerin arasındaki sokaklarından geçerek Mostar Köprüsü'nü buluyorum, nutkum tutuluyor. Onu önce karşıdan seyrediyorum. Sonra iki tekerli yarenim ile bir süre köprü üzerinde oturuyoruz. Neratva'nın turkuaz sularının, şehrin, camilerin güzelliğini izliyorum; bu şehrin de iliklerine kadar, bizim şehirlerimizden birisi olduğunu görmek beni ziyadesiyle mutlu ediyor.
Yüzyıllardır Köprü'den Neretva'nın serin sularına atlama geleneği olduğunu biliyordum. Eğer yapabilirsem benim de köprüden nehire atlama gibi bir planım vardı; fakat köprü ile su arasındaki mesafe benim daha önce hiç bir yerde atlamadığım kadar fazla, yüksekliği görünce bu atlayışın epey teknik gerektiren bir atlama olduğu kanaatine varıyorum ve atlamaktan şimdilik vazgeçiyorum. Köprü üzerinde epey zaman geçirdikten sonra kalabalık turist grupları gelmeye başlıyor, köprünün üzerinden bisikletimle karşı tarafa geçiyorum.
İki tekerli yolculuğumun sonraki durağı olacak olan Blagaj Tekkesini aramaya koyuluyorum, bir kaç kişiye yolu sorarak bir saat kadar sonra, öğle vaktinden hemen sonra tekkeye varıyorum. Tekkeyi gördüğüm ilk anda Sarı Saltuk Hazretleri'nin dervişi olasım geliyor. Tekkenin Buna Nehri'nin kaynağında bulunması bana çok anlamlı geliyor. Nasıl ki buradan doğan nehir buradan doğduktan sonra yoluna çıkanlara hayat olduysa, bu ırmağın kaynağına inşa edilmiş bu tekke de ırmağın aktığı her yerdeki insanlara hayat olmuş, oluyor; geçmişte olduğu gibi bugün de insanları kendisine çekmeye, onları aydınlatmaya, onların kalplerine su serpmeye devam ediyor.

Tekkenin Mostar dolaylarında olduğunu biliyordum; fakat nedense daha uzakta olduğunu düşünüyor, ancak gün sonuna doğru tekkede olmayı planlıyor ve tekkeden doğan nehrin hemen kıyısında, tekkeye nazır bir noktada kamp yapmayı planlıyordum; fakat tekkeye vardığımda tekkenin yakınlarında gecelememin çok mümkün olmadığını görüyorum; çünkü burada da turist grupları var; geleni gideni eksik olmuyor; tekkenin hemen altındaki lokantalar neredeyse tekkeye kadar uzanmışlar.
Daha günün ortasında bile değiliz, öyleyse yola devam etmeliyiz. Bugün her zamankinden daha sıcak, büyükçe bir market bulduğum ilk anda hemen meyveli bir yoğurt alıyorum, çok hora geçiyor. Yoğurdu yiyip tekrar Neretva kıyısına inip Poçitel'e kadar sürüyorum. 
Bir süredir kıyısında bisiklet sürdüğüm, bazen kenarında uyuduğum, bazen suyunu içtiğim bazen de serin sularında yunduğum Neretva, bana tüm cömertliği ile müthiş güzellikler sunmaya devam ediyor. Onlardan birisi de şüphesiz Osmanlı’nın Balkanlar’daki topraklarının en ucunda bulunan Poçitel(Poçitelj) oluyor. Köye bir ikindi sonrası varıyorum. En aşağıda bulunan meydanda, derme çatma bir çatının altına bırakıyorum bisikletimi, yüzyıllar önce buradan geçen ve Seyahatname'sinde buradan övgüyle bahseden Evliya Çelebi de atını buralara bir yere bağlamış olmalı. Köy bir yamaca kurulmuş; yolun bundan sonrasında yer alan dar sokakları ve merdiven basamakları yürümeye daha uygun... Yürümeye başlıyorum, hamamı, medreseyi de geçip camiye varıyorum. Caminin avlusunda namazı 15 dakika kadar önce kıldırmış ve sedir ağacının gölgesinde oturmakta olan imamla karşılaşıyorum. İmamın çok duru bir Türkçe ile konuşuyor olması beni şaşırtıyor. Sonra köyün sokaklarından en yüksek tepede bulunan kalenin gözetleme kulesine doğru tırmanmaya başlıyorum; Köy çok ıssız görünüyor; herhalde bu köyde görebileceğim son kişi imam olacak diye düşünürken caminin üst taraflarında bulunan evinin önündeki gölgede oturmakta olan bir hanımefendiye kuleye giden yolu soruyorum. Ayda Hanım sorumu cevaplıyor ve beni kahve içmeden bırakmıyor. Kahvemizi içerken şunları söylüyor: Osmanlı’dan sonra bu topraklar gün yüzü görmemiş, Boşnaklar üvey evlat muamelesi görmüş, horlanmış; bugün Türkiye’nin Boşnaklar için yaptıkları için müteşekkirmiş. Ayda Hanım’a teşekkür edip kuleye giden patikayı zorlanmadan tırmanıyorum; kulenin en üst katına kadar çıkıyorum. Burası çok serin, aşağılarda süzülmekte olan Neretva’nın sesini duyuyorum ve hafif bir rüzgar saçlarımı yalıyor. Kulenin gediklerinden aşağılardaki güzelliği seyrediyorum bir süre; sonra bir başka güzel olan yol arkadaşım Gülbeyaz'ı fazla bekletmemek için taş döşeli patikalardan meydana iniyorum. Saatime bakıyorum, en azından iki üç saat kadar daha sürebileceğimi düşünüyorum, atlıyorum güzeller güzeli Gülbeyaz'a.
Hırvatistan sınırına bir kaç kilometre kalana kadar Neretva ile beraber yolculuk yapıyoruz, o her zamanki yolundan, önce  Hırvatistan'a, oradan Adriyatik'e ulaşmak üzere akarken, ben Karadağ sınırına doğru gittiğini düşündüğüm bir yola giriyorum. Bu yol da, bol yokuşlu, epey zorlu çıkıyor. Bu yolun güzel tarafı: yolun küçük köylerin yer aldığı kırsal bir bölgeden geçiyor olması, dolayısıyla neredeyse yoldan hiç araba geçmiyor. Bu yokuşlarda uzun süre pedal çevirdiğimden bol su tüketiyorum, suyum çok azalıyor, hava kararıyor, benim enerjim iyice tükeniyor. Bir yerlerde su bulup hemen kamp atmak, yemek yemek, dinlenmek istiyorum. Alaca karanlıkta, yolun sağında, bodur ağaçların arasındaki minik bir düzlükte yer alan boşlukta, küçük bir kilise görüyorum. Kilise adeta terkedilmiş gibi, yakınlarında ne bir insan ne de yakın bir yerleşim yeri var! Kilise bahçesinde su olabileceğini ve kilise bahçesine ya da yakınına kamp kurabileceğimi düşünüyorum. Bahçe kapısından içeriye girip çeşmeyi aramaya koyuluyorum, bu bahçenin aynı zamanda mezarlık olduğunu o anda fark ediyorum. Burada yer alan mezarlar küçük led lambaları ile ışıklandırılmış, herkes ne güzel ışıklar içinde uyuyor. Çeşmeyi buluyorum, fakat akmadığını görüyorum. Kalan çok az suyum ile idare ederek buralarda sabahı etsem mi diye düşünüyorum; fakat kısa sürede  buraya kamp kurma fikrinden vazgeçiyorum. Daha önce bir kilise bahçesinde, bir mezarlık duvarının dibinde gecelemiştim; ama alaca karanlığın ortasında yeşil, sarı, mor ışıklar saçan bir mezarlık beni ürpertiyor.
Karanlıkta bisiklet sürmeyi sevmesem de, ışıklar içindeki mezarlıktan yeterince uzaklaşıp yarım saat kadar bisiklet sürüyorum, sonunda yol beni küçük bir köye ulaştırıyor. Köy çok küçük; ama köyün ortasında devasa boyutlarda harabe halde bir bina var, bu binanın neden burada olduğunu çok merak ediyorum. Bu binanın alt katının küçük bir bölümünde kafe gibi bir yer var. burada oturmakta olan insanlara selam veriyorum, önce bir kaç şişe soğuk bir şeyler içiyorum. Önce binanın yapılış amacını, sonra binanın bahçesine kamp kurabilir miyim diye soruyorum. Bana, o gün oynanan Avrupa Futbol Şampiyonası final maçının sonucunu söylüyorlar. Sonra çadırımı falan gösterince beni anlıyorlar, çadırımı kurduktan sonra içme suyu alabileceğim yer var mı diye soruyorum. Maçta gol atan futbolcuların adlarını söylüyorlar. Sonra anlaşıyoruz. İçerideki çocuk bir yere gidip geliyor; bana 3 litre soğuk su getiriyor. Yorgun olduğumdan, vaktin epey ilerlemiş olmasından ve epey acıkmış olmamdan dolayı makarna yapasım gelmiyor. Canım fena halde salata çekiyor. Köyde market olup olmadığını soruyorum. Bu sefer hemen anlaşıyoruz. Çocuk beni arka sokaktaki markete kadar götürüyor. Kapalı olan marketin sahibini marketin bitişiğindeki evden çağırıyor. İnşallah domates vardır diye dua ediyorum. Market sahibi içinde yalnızca makarna, tuz, çikolata, bisküvi gibi şeylerin bulunduğu en fazla 15 metre kare büyüklüğü olan bakkalı açıyor. İçeri bir göz gezdiriyorum. Domates biber göremiyorum. Domates, tomato vs diyorum. Bakkal sahibi yan taraftaki evine sesleniyor, bir şeyler söylüyor; bir süre sonra, evden elindeki bir poşetin içerisinde, domates biber, salatalık, ve soğan olan bir çocuk çıkıyor. Buna çok seviniyorum, çocuğun getirdiklerinden ihtiyacım kadarını alıyorum. Çadırıma dönüp iri kıyım doğrayarak bol zeytinyağlı bir salata yapıyorum; bunun, hayatımda yediğim en lezzetli salata olduğunu düşünüyorum.

Ertesi sabah uyandığımda köyde hiç kimseyi göremiyorum, kahvaltımı yapıp yola koyuluyorum. Poçitel'den sonra Karadağ sınırına ulaşabileceğim bir kaç yol vardı. Bu yola kestirme olduğunu düşündüğüm için sapmıştım. Yol hakkında hiçbir bilgim yoktu. Temmuzun sıcağı, bu bölgenin nispeten kırsallığı ve oldukça engebeli yapısı beni zorlamaya başlamıştı. Ben tur planlarımı oluştururken kılı kırk yarmam, kabataslak bir şekilde oluşturmuş olduğum rotama son anda dahil ettiğim, tek şeritli mütevazı bir asfaltı olan bu yolda ilerlerken, hiç beklemediğim bir anda, daha önce varlığından haberdar olmadığım, artık önünde bir tren yolu olmayan bir tren istasyonuyla karşılaşıyorum. İstasyonda bir bilgilendirme tabelası bulunuyor, tabelada istasyonun tarihinden, sonraki istasyona kaç km kaldığından vs bahsediyor. Bir sonraki istasyonu merak ederek ilerlediğim bu yolda yolculuk epey keyifli. Yeni istasyonlara ulaşıyorum, Her bir istasyonda bir bilgilendirme panosu var, her birini merakla okuyorum. İstasyonların birinde tabelada bir isim görüyorum; kalbim küt küt atmaya başlıyor. İstasyondaki bilgilendirme panosunda günümüzde üzeri asfaltlanmış olan bu yolun geçmişte bir tren yolu olduğunu ve en önemlisi de Türk Seyyah Evliya Çelebi’nin zamanında bu bölgeden geçtiği, aşağıdaki gölde yaşayan bir balık türü hakkında Seyahatname'sinde bahsettiği yazıyordu. Seyyahların piri, bu balık türünün çok lezzetli olduğunu ve cinsel gücü artırdığını yazmış. Evliya Çelebinin geçtiği yollara ter damlatıyor olup onun izinde olmak beni gururlandırdı, duygulandırdı. Evliya Çelebi bu bölgeyi muhtemeldir ki at üzerinde geçmiştir; düşündüm de Evliya Çelebi Reis günümüzde yaşasaydı, kesinlikle demir atlı bir seyyah olurdu. Sen ne büyük bir seyyahmışsın ki yüzyıllar sonra buradan geçen demir atlı bir seyyahcığa yoldaşlık yapıyorsun; büyüksün Evliya Çelebi Reis.

İstasyonların bulunduğu kurak, susuz bölgeyi bitirdikten sonra, bir öğleden sonra Trebinje diye bir yere ulaşıyorum. Trebinje, uzun süredir pedal çevirdiğim bölgenin aksine sulak bir kasaba, ortasından pırıl pırıl suların aktığı bir nehirde insanların yüzmekte. Gidonumu nehir kıyısına kırıyorum. Nehrin buz gibi sularına atıyorum kendimi. Sonra Evliya Çelebi'nin de bu nehirde yüzmüş, atını bu nehirde sulamış olduğunu düşünüyorum.

Trebinje'den sonra sağlam yokuşlar tırmanmaya başlıyorum. Karadağ sınırına 5-10 kilometrelik bir mesafede olduğumu tahmin ediyorum. Bugün Karadağ'a geçip orada bir yerlerde kamp yeri bulabilecek kadar zamanım da, yorgun olmama rağmen sürebilecek kadar enerjim de var; ama son bir gecemi daha sevgili Bosna'nın koynunda geçirmek istiyorum. Artık kamp yeri bakınmaya başlıyorum. Günün ikinci yarısında sağlam yokuşlar çıkmıştım, terlemiştim, yorulmuştum, akşam serinliğine yağmur da eklenince biraz üşüdüğümü hissediyorum. Uzaktaki ormanın kıyısında bir yapı dikkatimi çekiyor. Sonra birden bire kendimi ana yoldan ayrılmış, bu yapıya giden toprak yolun üzerinde buluyorum, En yakın yerleşim yerinden kilometrelerce uzakta olan bu dikkat çekici yapının  ne olduğunu anlayamıyorum henüz, ne olduğunu merak edip yanına kadar bisikletimle sokuluyorum. Bulunduğum yerden yapının merdivenine bir göz atıyorum. Merdivenin uzun yassı taşları artık yosun tutmuş, bazıları yerlerinden kaymış, birkaçını üzerine dikenler yürümüş; ama bu merdiven hala iş görür vaziyette, aşağıdan bakınca, ucuna ipler bağlanmış olan birkaç alalade su kabı görünüyor yapının üzerinde, o anda ne olduğunu tam olarak anlıyorum. Bu tarihi yapı büyük ihtimalle bir sarnıçtı. İçmeye yetecek kadar suyum vardı, kıyafetlerimi yıkayabileceğim ve kendimi doyasıya keseleyebileceğim kadar su olması için yapının üzerine çıkan taş merdivenin her bir basamağında ayrı bir dua okuyarak bu yapının üzerine çıkıyorum. Üzerindeki kapağı açıyorum. Evet, bu yüzyıllardır oradan geçen yolculara hizmet etmekte olan bir su sarnıcıydı ve ağzına kadar içilebilir temiz suyla doluydu ve bu gece burada konaklayacaktım, uyku tulumuna yıkanıp paklanıp tertemiz girecektim.

Güne bir bayırda pedal çevirerek başlamıştım ve yarım saattir bu yolda pedal çeviriyordum; dağın başında bulunan Bosna-Karadağ sınırına sadece birkaç yüz metrem kalmıştı. Biraz sonra başka bir ülkede olacaktım. Pedalları yavaş çeviriyor olmam yada çevirmek istemiyor olmam yokuşun zorluğundan değildi, benim yorulmuş olmamdan hiç değildi; Sınırın öteki tarafına geçmek istemiyor gibiydim; uzun bir aradan sonra kavuştuğum ve kendisinden ayrılmak istemediğim sevgilim gibiydi Bosna. Bir caminin şadırvanında suyumu doldurarak girmiştim bu ülkeye. Şimdi  mataramda, üzerinde gecelediğim yüz yıllık bir sarnıçtan doldurduğum su vardı. Fiziksel olarak Bosna yerinde duruyor ve ben onu terk ediyor olarak görünüyordum; fakat bu bir terk ediş değildi; uzun sürmeyeceğini düşündüğüm bir vedalaşmaydı. Sonra bu ülkeden ayrılan ben değilmişim de o benden ayrılıyormuş gibi ve onu uğurluyormuşum gibi hissediyorum. Sınır kapısından girmeden önce mataramdaki suyun yarısını yere döküyorum ve bulunduğum bayırdan aşağıya doğru yavaş yavaş akışını izliyorum. Evet, artık başka bir ülkenin toprakları içerisindeyken sevgili Bosna'yı; onurlu ve inançlı insanlarını böyle uğurluyordum.

Bisikletle Balkanlar


Yorumlar

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız