Aliya'nın Yolunda - Bisikletle Bosna Hersek 2

Drina kıyısındaki çadırımdan başımı dışarıya uzatıyorum; uzun zamandır olduğu gibi saatin kaç olduğuna bakmıyorum... Saat ilerlemiş değil; ama sabahın körü de değil... Üzerine çadırımı kurduğum çimenlerden ve Drina'nın üzerinden göğe doğru hafiften dumanlar yükseliyor, Güneşin doğmuş olduğundan eminim; belki çadırımı kurduğum bu derin vadiyi çevreleyen yüksek dağların yüzünden, belki de kümelenmiş gri bulutlar yüzünden yüzünü henüz gösteremiyor. Drina boyunca uzanan açık yeşil renkteki çimenler çiyli. Yağmur yağmıyor, rüzgar esmiyor... Uzaklardan gelen, köpek sesi ile bir oduncunun baltasını kalınca bir tomruğa vurduğunda çıkan sesin karışımına benzeyen bir ses karışıyor Drina'nın sesine...Her şey ne kadar güzel diye düşünürken bünyemde bir açlık hissediyorum: mide açlığı... Bu açlık öyle bir açlık ki: ruhum ne kadar toksa, midem o kadar aç... Bisikletime atlayıp Nihat'ın dükkana uğruyorum börek almak için; Nihat böreği fazla fazla koyuyor; yolda yersin diyor; sonra çadırımın yanına dönüyorum. Kahvaltımı börek ve çay ile yapıyorum. Kahvaltı bitiminde aheste biçimde toparlanmaya başlıyorum; yavaş hareket ediyorum; çünkü acelem yok, çünkü bir süredir bana yoldaşlık yapan ve gece boyunca koynunda huzur içinde gecelememe izin veren Drina'yı izlemek, dinlemek büyük keyif...

Yine de yola da düşmem gerekiyor... Bugünkü yolculuğumun bir kısmının yine Drina kıyısından devam edeceğini düşünerek çantalarımı ve diğer yüklerimi bisikletime yükleyip ilk pedalı çeviriyorum... Gorajde'yi terketmeden önce Kayseri camisi'ni ve tarihi Sinan Paşa Cami'sini ziyaret ediyorum. Aliya bir konuşmasında diyor ki: "Osmanlının bölgeden ayrıldığından beridir Boşnaklar bu coğrafyada hep horlanmışlardır." Sinan Paşa'nın karşısına inşa edilen Kayseri ile şu mesajı vermiş gibiyiz. Biz çok önceleri buradaydık, onların zor zamanlarında, burada, boşnak kardeşlerimizle birlikte olmamız engellendi; bugün de gelecekte de burada boşnak kardeşlerimizin yanında olacağız.

Sonra yönümü Saraybosna'ya dönüyorum. Aslında bisiklet turu rotalarımı oluştururken, sakin ve doğa ile iç içe olan yolları tercih eder, bir neden yoksa büyük şehirleri olabildiğince rota dışında bırakmaya özen gösteririm; fakat Saraybosna'yı, Mostar'ı... rotamın mihenk taşları olarak belirledim; bunun için önemli nedenlerim var. Hem Saraybosna; hem de Mostar iliklerine kadar bizim şehirlerimiz; görmeden dönemezdim. Saraybosna'nın şöyle bir özelliği daha var ki: Aliya İzzetbegoviç'in ve yoldaşlarının ezeli ve ebedi istirahatgahı olması... Saraybosna'nın bizim coğrafyamızdaki insanlar için: Bosna'nın olduğu gibi gönlümüzün de sarayı olması... Gorajde'den Sayabosna'ya gidilebilen birkaç yol var. Ben demircinin kızının tavsiyesine uyuyorum, yolun uzaması pahasına Foça üzerinden gitmeye karar veriyorum. Duvarları yıllar önce Bosna Savaşı yıllarında kurşunlanmış ve hala o günkü gibi duran bir evin önünden geçerek ve ruhumun bir kısmını bırakarak ayrılıyorum Gorajde'den.

Gorajde'den sonra yolumun ilk yarısında derin vadilerin, serin rüzgarların, yine birkaç tünelin içinden geçiyorum; birkaç noktada heyelan olduğunu görüyorum; doğa inadına yeşil... Yolun bir yerinde Drina kıyısına kadar uzanan bir patika görüyorum; patikayı takip ediyorum; patika beni bu dünyada bir yer olduğunu düşünmediğim doğal bir havuza ulaştırıyor. Bir süredir sakal tıraşı olmuyordum, sakalım da kaşınmaya başlamıştı; suyun kenarında, uygun bir yerde sakalımı kesiyorum, Drina'nın serin sularında kendime sağlam bir kese çekiyorum, serinlik içimi ürpertiyor ama misler gibi olmuş olmak rahatlatıyor.

Foça'ya karşıdan selam çakarak yoluma devam ediyorum. Foça'dan hemen sonra bir süredir beraber olduğumuz, yoldaş ve sırdaş, o güzel Drina ile yollarımız ayrılıyor; o başka dağların arasında ben ise başka dağların arasında kalıyorum, Ayrılığımızdan en fazla yarım saat sonra, yanından ilerlediğim ve bir süre sonra Foça dolaylarında Drina'ya kavuşacak olan küçük dereye şunları fısıldıyorum: "Ey sevgili dere, yoldaşım Drina'ya selam söyle?"

Yolda dikkatimi çeken bir husus hakkında şunları düşünmeden edemiyorum: Müslümanların yaşadığı bir coğrafyanın tek alametifarikası bir camiye ve minareye sahip olmak olmamalı; müslümanlar minareler dışında da güzellikler inşa etmeli. Müslümanlar, kadına, çocuğa, insana değer vermeli. Müslümanlar umut, güven, adalet inşa etmeli, müslümanlar çalışkan olmalı, müslümanlar ağaç dikmeli, müslümanlar üretmeli, namerde muhtaç olmamalı, müslümanlar vatanına sahip çıkmalı.

Bu coğrafyanın çalışkan, temiz, onurlu, iyi kalpli insanlarının nice güzellikler inşa ettiğini gördüm. Medeni(!) avrupanın orta yerinde bir vahşetin içerisinde kalmışlarken, tam da bu esnada o avrupa körken bu vahşetten sağ çıkıp bir vatanı ihya eden bu insanların inşa ettiği nice güzelliklerden birisi de hayır çeşmeleridir -sebiller-. Aynı bizdeki gibi; üzerindeki kaidede yapılış tarihi, hayrına yaptırılanın ruhu için Fatiha gibi ibareler barındırıyor...

Bir noktadan diğerine olabildiğince hızlı gidebilmeyi marifet sayan, onların varlığından bihaber olan bazı insanlarca bu çeşmelerin artık bir işlevi kalmadığı düşünülse de; bu çeşmeler bisikletli bir yolcu için hayati öneme sahiptir. Suyumun bittiği bir çok noktada çok geçmeden bu hayır sebillerinden bir tanesi imdadıma yetişiyor, bunları yapanın, yaptıranın yedi ceddine hayır dua ediyorum.

Yokuşu tırmanmaya devam ederken bir noktada suyum bitiyor; biraz istirahat için yolun kıyısına uzanıyorum, içim geçecek gibiyken gözlerimin önünden mavi bir kelebek geçiyor, gayrı ihtiyari gözlerim kelebeği takip ediyor; kelebek sırtımı dayadığım tepeciğin ardına doğru uçuyor; yerimden kalkıp onu takip ediyorum. Beş on adımlık hafif yokuşu o önde ben arkada tırmanıyoruz, kelebek bir sağa bir sola uçarak bir yörünge izliyor; önümdeki çiti aşıyor, ben de aşıyorum, kendimi yıllar önce terkedilmiş, içindeki otların boyumu aşmış olduğu bir bahçenin içinde buluyorum, az ileride otların arasında kalakalmış olan çeşmeyi farketmem fazla zamanımı almıyor ve tarlada yüzlerce kelebek görüyorum, yolu bana tarif eden hangisiydi; artık anlayamıyorum; kelebeğin işte orada dediği çeşmeden mataramı doldurmadan önce kana kana içiyorum suyundan... Hayat adına mucize dediğimiz olaylarla dolu; mavi bir kelebek bana suyu bulduruyordu :mektupta yazılanlara göre şehitlerin toplu mezarlarını...

Bahçedeki tüm kelebeklere teşekkür edip yola düşüyorum yokuşun sonlarına doğru bir köpek takılıyor peşime; bu son yedi gündür gördüğüm tek köpekti, aslında kendisini sevmek onunla oynamak istiyordum; ama bulunduğu bölgeyi fazlasıyla sahiplenmiş ve sorumlu olduğu bölgenin sonuna kadar, bu sorumluluk bilinciyle hareket edip tekerimin dibinden ayrılmadı ve hırlayıp durdu. Bana bu şekilde davranmasına gücenmedim; sorumluluk bilincini takdir ettim.

Pedal pedalı kovalarken yokuşu bitiriyorum; düşünüyorum da aslında çok uzun ve çetin bir yokuş tırmanmıştım; kendime şu soruyu soruyordum: "Neden hiç yorulmadım?" Çünkü olmak istediğim yoldaydım, ve bu yol Aliya'ya çıkıyordu. Aşağı sallanıyorum; düzlüğe indiğimde mis gibi bir ot kokusu alıyorum; kokuyu sol tarafımdan aldığım için gözüm o tarafa kayıyor; sol tarafımda bir mezarlık görüyorum; uzanan bazı mezar taşları belki de 3-5 asırlık, daha yeni olanların üzerindeki Necat, Kenan, Ömer, Aliya gibi isimler okunabiliyor(rahmetle). Mezarlığı geçtikten bir süre sonra sağımda bakımlı bir cami ile karşılaşıyorum; bahçe kapısını ittiriyor ve gayet güzel düzenlenmiş, taş döşeli minik bir bahçenin içinde buluyorum kendimi, burasının dinlenmek için iyi bir sığınak olabileceğini düşünüyorum; sonra dışarıda kalan bisikletimi de bahçe içerisine alıp ikindi güneşinde bir süre dinleniyorum; burada gecelemek aklımdan geçtiyse de, bir an önce Saraybosna'ya ulaşabilmek uğruna yol almak düşüncesi galip geliyor, canım çay kahve çektiyse de çay yapmıyorum; caminin içine giriyorum; bir tabelayla karşılaşıyorum. Bu caminin restarasyonu TİKA tarafından yapılmış, üst katındaki mektebin donanımı yine TİKA tarafından sağlanmış. Bu beni memnun ediyor.

Camiden sonra 5 dakika bisiklet sürüyorum ve yol kenarındaki bir benzinlikten bir ses duyuyorum, başındaki kasktan ve giyim kuşamından bisikletçi olduğu hemen anlaşılan bir arkadaş beni o tarafa çağırıyor. Yanına varıyorum, bana bir kahve iç diyor; Keşke caminin avlusunda başka bir şey dileseymişim düşüncesi aklımdan geçiyor. Arkadaşın adı Mahir. Düzenli olarak yol bisikleti ile antrenman amaçlı buraya çıkıyormuş ve burada genellikle tek başına bir kahve içip ikamet ettiği Saraybosna'ya iniyormuş; "Nasipte, kahveyi beraber içmek varmış diyor." Türk olduğumu öğrenince Türkiye'ye ve Türklere övgüler yağdırıyor; memnun oluyor ve eyvallah diyorum. Beni evine davet ediyor; rahatsız etmek istemediğimi söyleyip, çadırım olduğunu, çadırımda da rahat edebildiğimi söylüyorum; bu düşünceme saygı gösteriyor. Kahveleri bitiriyoruz; gün ışığında pedal çevirebilmek için günün son saatleri olduğu için sohbeti daha fazla uzatamıyoruz; ikimiz birden ayağa kalkıyoruz ve yola koyuluyoruz, Mahir, Ilıca civarında kamp yapabileceğim bir yeri tarif ediyor ve yollarımız ayrılıyor. Mahirden ayrıldıktan sonra güneş birden karşıdaki dağın arkasından kayboluyor ve hava hızlı bir şekilde kararıyor; Ilıca'ya gitmek için yeterince süremin olmadığını görüyor ve gitme düşüncemi kafamdan atıyorum; yokuş aşağı yolu bitiriyorum ve Osmanlının Saray Ovası dediği ova olmasını umduğum bir ovaya iniyorum, bir an önce uygun bir kamp alanı bulmak için etrafa bakınırken yol kenarında nadasa bırakılmış tarlayı gözüme kestiriyorum; tarlanın her tarafını uzunca otlar kaplamış; bu büyük tarlanın ortasına yakın bir yere, yoldan görünmeyecek şekilde, otların nispeten az olduğu bir yere karanlıkta çadırımı kuruyorum. Kamp yapmak için çok doğru bir yer olmadığını söyleyebilirim; buranın tek güzel tarafı tarlanın karşısında küçük bir bakkalın olması. Çadırımı kurduktan sonra bakkaldan öteberi alıp bir makarna pişirip yiyorum. Çadırı kurduğum zeminde ufak taşlar var, bunlar biraz rahatsız edici; bu sebeple Mahir'in davetini hemen kabul etmediğim için pişman oluyorum; ama şunu bilmek bana son derece iyi hissettiriyor: artık Saraybosna'ya hiç olmadığım kadar yakınım. Bunları düşünürken uykuya dalıyorum.

Sabah olduğunda, daha önceki günlerin aksine çok erken uyanıyorum. Heybemdeki mevcut atıştırmalıkları ayaküstü atıştırarak kahvaltımı yapıyorum; atıştırdıklarım beni Başçarşı'ya ulaştıracak kadar enerji sağlar diye düşünüyorum. Hızlıca toparlanıp, sıcacık uyku tulumumun içinde olmayı sevdiğim, günün en serin saatlerinde Aliya'nın yoluna düşüyorum. Yolun ilk kilometrelerinde karşılaştığım iki arkadaştan Başçarşı'ya yalnızca 20 kilometre yolumun kaldığını öğreniyorum

Saraybosna yakınlarında bisikletçi bir arkadaş ile karşılaşıyorum; kendisine Başçarşı'ya nasıl gidebilirim diye soruyorum; bana akıllı telefondan Başçarşıya giden yolu tarif etmek istiyor. Akıllı telefon kullanmadığımı söyleyince işe geç kalmak pahasına Başçarşı'ya kadar bana eşlik ediyor. Onunla Miljacka Nehri kıyısından Başçarşı'ya kadar pedallıyoruz, Ona Başçarşı'nın Tükçe bir tamlama olduğunu söylüyorum, o bunu bildiğini fakat başka bir dilden gelmiş bir tamlama gibi hiç hissetmediğini söylüyor, boşnakların kullandığı dilde birçok Türkçe kelime olduğunu söylüyor.

Başçarşı meydanında kendimi evden bin kilometre uzaklıkta bambaşka bir ülkede değil de evden sadece 10-15 kilometre uzakta olan Şehreküstü Meydanı'ndaymış gibi hissediyorum. Çeşmeler, güvercinler, yamaçlara dağılmış mahalleler, minareler ve çınar ağaçları bana tanıdık geliyor.
Günün ilk saatleri olduğu için dükkanlar yeni yeni açılıyor, bir esnafa Aliya İzzetbegoviç'i soruyorum. Ona giden yolu bana tarif ederken derinden bir ah çektiğini hissediyorum. Başçarşıya yürüme mesafesinde olan Şehitliği buluyorum, bisikletimi girişte bırakıp Aliya'nın huzurunda duamı ediyorum. Aklıma şunlar geliyor: Türklere yazılan mektupta onlar şöyle diyordu: Saraybosna’yı, Mostar’ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgahı olmuştur. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz; ve yine onlar şöyle diyorlardı "Senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük biz." Bu cümle orada benim kulağıma fısıldandı ve çok mahcup oldum. Çanakkale'ye savaşmaya gelen On Beş Bin Boşnak kardeşimizin de sizin de hakkınız ödenmez de... Kardeşlerim: siz, yine de hakkınızı helal ediniz bize, makamınız âli olsun, yolunuz yolumuz olsun.

Bir zamanlar park iken daha sonra şehitliğe çevrilen Şehitler Mezarlığı'nda mezarların arasında dolaşıyorum. Bir yamaçta bulunan şehitliğin içinden yukarılara doğru uzanan patikayı tırmanıyorum. Mezarlığın en üst tarafına varıyorum; buradan genişçe bir alanı görebiliyorum.
Ovadan, daha yakınımda bulunan Aliya'nın ve şehitlerin makamına, oradan da Saraybosna'yı çevreleyen dağların yamaçlarına doğru kaydırıyorum gözümü; ne de çok minare görüyorum, savaş yıllarında bu coğrafyada Sekiz Yüz civarında cami tahrip edilmişti, şimdi bir çoğu dimdik, sapasağlam ayakta ve bir zafer anıtı gibi göklere yükseliyorlar... Bu beni ziyadesiyle mutlu ediyor, Aşağıda yatan şehitlerin mücadelesi boşa değilmiş... Saraybosna, Sevgilim! Çok acılar çektin; ne olur bir daha ağlama...
Sonra aşağılara inip Gazi Hüsrev Bey Cami'si avlusuna giriyorum. Bahçenin havasını teneffüs ettiğim ilk andan itibaren kendime "Daha önce bu bahçede bulunmuş olabilir miydim?" sorusunu sorup duruyorum. Küçük şadırvanda şakırdayan suyun sesini duyuyorum, Karşımdaki duvar Orhan zamanından kalma gibi duruyor; ve illaki o ihtiyar çınar gölgesini esirgemiyor... Diyorum ki: ne ilahi bir mimari... Sonra ovanın yeşili, göğün mavisi, yüzlerce çeşmenin serinliği aklıma geliyor... Bana derinden gülen birşeyler var gibi hissediyorum... Diyorum ki neden böyle hissediyor; neden böyle düşünüyorum? Aslında Bursa'da Zaman'dan alıntılar yaparak düşündüğümü ve hissetiğimi, gölgeye oturup suyumu yudumlarken çok sonraları farkediyorum. Düşünüyorum da Ahmet Hamdi'nin altı şehri vardı da beşinci şehirle altıncıyı bir başlık altında mı topladı? Ahmet Hamdi'nin Bursa'da Zaman'ı, Bursa Orhan Camii avlusunda mı yoksa Saraybosna Gazi Hüsrev Bey Camii avlusunda mı yazdığı konusunda kesinlikle tereddüde düşüyorum

BURSA'DA ZAMAN
Bursa'da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.

Şiirin mısraları ağzımdan dökülüyor. Saraybosna'da Zaman, Bursa'da zamandan kesinlikle hiç farklı değil.

Büyük şehirlerde zaman geçirmeyi seven bir insan olmamama rağmen Saraybosna'da daha fazla kalmak istiyordum; Başçarşı civarında bir hostelde belki bir kaç gece daha... Aliya'nın huzurundan ayrıldıktan sonra, bir kabir ziyaretinden ve bir görevden ziyade, ulvi bir ülküyü kısmen yerine getirmenin ruhuma son derece iyi geldiğini hissediyorum. Dört yüz küsür kiolemetredir bisiklet sürüyordum, yorgun hissetmiyordum. Buna rağmen Başçarşı'da bir köftecide, dağın başında bir yayla olan Prokosko'ya ulaşmamda bana yardımcı olmasını umduğum köftelerin icabına bakıyorum. Sonra, pedalıma olanca gücümle basarak Ilıca adında bir kasabadan geçerek terkediyordum Saraybosna'yı, ya da terkettiğimi sanıyordum...

Bisikletle Balkanlar

Bu yazıya yorum yapabilirsiniz.

Yorumlar

  1. Adsız4/29/2021

    Mavi kelebekler... Aliyaya rahmet ve saygıyla ...
    teşekkürler bu şahane yazı için ,

    YanıtlaSil
  2. Adsız4/29/2021

    Birlikte çıktık sanki yolculuğa, yüreğine sağlık Ali Hocam nice güzel yaşantı birikimler ve paylaşımlara....

    YanıtlaSil
  3. Adsız4/29/2021

    Hocam seni tebrik ederim. Hatıralarınla bize de seyahat imkanı sunduğun için teşekkürler.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız