Bisikletle Karpatlar'ın Zirvesine - Romanya, Bulgaristan II

Bulgaristan-Romanya sınırını oluşturan o güzel sarı, yeşil, mavi Tuna'yı; dar, paslanmış demir bir köprüden geçtik. Dün gece, çadırımızı bir ülkeden başka bir ülkeye doğru pedal çevirdiğimiz bu köprüye yakın , Tuna kıyısındaki söğüt ağaçlarının dibine kurmuştuk. Şimdi Rusçuk ile olduğu gibi tarihimizde sıkı bağlarımızın olduğu Romanya tarafında bulunan Yergöğü şehrine girmek üzereyiz. Tuna'ya yaklaşırken nasıl büyük bir heyecan yaşadıysak ondan uzaklaşırken öyle büyük bir burukluk hissediyoruz. Köprü çıkışında son defa, şanı büyük Osman Paşa'nın, bizi tüm cömertliği ile ağırlayan Tuna'sına el sallayıp yolumuza devam ediyoruz, belki yakında tekrar görüşürüz Sevgili Tuna...

 

Edirne'den başlayan ve halen devam eden iki tekerli yolculuğumuzda hedefimiz: Karpat Dağları'nın zirvesinde yer alan Transfagaraşan Dağ Geçidi'ni kas gücü ile aşmaktı; bu dağ geçidi yılın 3-4 ayı kadar açık oluyormuş ve yılın büyük bölümünde kardan dolayı kapalı kalıyormuş. Bu geçide doğru demir atlarımız ile ilerlerken Bükreş'in çok yakınından geçiyoruz; ama büyük şehirlerden ve kalabalıklardan olabildiğince uzak yollarda yolculuk yapmayı seviyoruz; bu yüzden Bükreş'e uğramadan tenha köyleri birbirine bağlayan yolları kullanarak yolculuğumuza devam ediyoruz. 
 
Yergöğü'nden Bükreş'e doğru devam eden büyükçe bir otoyol var; bu yolda birkaç kilometre ilerledikten sonra ilk fırsatta kendimizi köy yollarına atıyoruz. Köy yolları olabildiğince tenha, tam da istediğimiz gibi. Hava çok sıcak, öğle ortasında yol kenarındaki bir ağacın gölgesinde 1 saat kadar kestiriyoruz, ardından yola devam ediyoruz, ben çok su içerim, yerleşim yerleri dışında su bulamıyoruz. Suyum bittiğinde Abidin Abi'ye, su bulmalıyız abi diyorum. Abidin Abi: "Bende var, yarısını sana vereyim." diyor. Abidin Abi suyunu hiç içmemiş gibi, neredeyse tam dolu şişenin yarısını boşaltıyorum kendi şişeme. Bir süre sonra suyum tekrar bittiğinde: "Abi su bulmalıyız" diyorum. Abidin Abi: "Bende var, yarısını sana vereyim" diye karşılık veriyor yine. Bakıyorum ki Reis çok az su içiyor, zorla ona birkaç yudum su içiriyorum. Hava çok sıcak, terleyerek çok su kaybediyoruz. Kaybettiğimiz suyu yerine koymamız gerekiyor, aksi halde sağlık sorunları yaşayabiliriz, kendisine böyle söylüyorum. Reis, sen içiyorsun da ne oluyor, içip içip tuvalete gidiyorsun diyor.
 
Yol manzaralarının her yerde hemen hemen aynı olması: bizi zorlamayan kısa yokuşlar veya düz yollar, sağımız ve solumuzda yeni biçilmiş ekin tarlaları, biçilmesi yakın ayçiçeği tarlaları yer alıyor... En büyük sürpriz arada bir mısır tarlası ile karşılaşmamız oluyor. 

Tekrarlayan manzaralar eşliğinde geçen günün  sonunda Romanya'daki ilk gecemizi bir köyün kenarında geçiriyoruz. Köydekiler kamp yeri ve içecek su için yardımcı oluyorlar. Ertesi gün bazı köylerin içinden, yine buğday ve ayçiçeği tarlalarının arasından geçtik. Gün sonunda, o gün tek bir kare fotoğraf çekmediğimi farkettim; sebebini sorarsanız yol manzaralarının bir önceki gün ile farkının olmaması.
 
Bir köyden faturasız bir telekom kartı aldık, fakat bir türlü telefon hattı açılmadı. Bize yardımcı olmaya çalışan birisi, ileride dükkanı olan bir Türk var, size yardımcı olabilir dedi. Kısa süre sonra Mustafa Abiyi bulduk, o da benim anladığım şeyler değil diyerek yanındaki genç bir arkadaşa havale etti, genç arkadaş bir süre uğraştı, o da beceremedi, sağlık olsun dedik, teşekkür ettik yola devam ettik.
 
İkinci gecemizi geçirmek için, yerini bir önceki yerleşim yerinde sorarak öğrendiğimiz, bir nehir kenarında yer alan, masa ve mangal yerlerinin bulunduğu piknik alanına geldik. Nehirde yıkandık, çok iyi geldi. Piknik alanı bakımsız görünüyor, herhalde geleni gideni pek olmuyor diye düşünmüştüm; ama yemek hazırlığı yaptığımız esnada kamp alanımıza 6-7 kişilik bir grup geldi. Bu ekip mangalda et pişirirken, arabalarındaki büyük müzik sisteminden yüksek sesle müzik dinliyorlar, güzel müzikler açıyorlar, tercihlerini beğendim; cana yakın insanlar, yardımcı olmaya çalışıyorlar, telefon sorunumuzu çözdüler, kartın bakiyesinin yetersiz olduğunu söylediler, birisi kendi hattından bir miktar para göndererek telefondaki sorunu halletti. Arkasından yemeğe davet ettiler. Pişirdikleri et, domuz eti imiş, teşekkür ettik, yemeğimiz var dedik. Bu arkadaşlar dinledikleri müzikleri internetten açıp dinliyorlarmış; onlardan birisi istediğiniz bir müzik var ise dinletelim dedi. O olur bak dedim. Telefonu bana uzatıp istediğin müziği aç dedi. Telefonu aldım, oradan Plevne Marşı'nı bulup, sesi sona yükselttim. Arabanın arkasındaki ses sistemi çok başarılı, bu marşı böyle dinlemek lazımmış. Romanyalı arkadaşlar da çok beğendi, bizden daha çok coştular, farklı ve etkileyici, arada dinleyelim bunu diye yorum yaptılar.
 
Sonraki gün bir kaç büyük yerleşim yerinden geçtik. Yemeğimizi pişirdiğimiz kartuş bitmek üzere olduğundan Piteşti'de birkaç alışveriş merkezinden ve balık malzemeleri satan bir yerden gaz kartuşu aramaya koyulduk. Balıkçıyı ararken yanımızda bir araç durdu, içinden biri indi, -Romanyalı bir abi- bize 100 Ley para uzattı, benden bir yemek yersiniz diyor, ben kabul etmek istemedim. Çat pat Türkçe konuşmasından ve hareketlerinden anladığımız kadarıyla Romanyalı Abi zamanında İstanbul'da bulunmuş kısa süreliğine, orada ona Türkler yardımcı olmuşlar, o da bayrağımızı görünce gönlünden kopmuş, almasaydık da olurdu, kabul ettik, çok memnun oldu.
 
Piteşti'de gaz kartuşu bulamadık. Sonraki büyük yerleşim yeri olan Curtea De Argeş'de bulabilme umuduyla demir atlarımızı Karpatlar'a doğru sürmeye devam ettik. Piteşti'den sonra yol manzaralarımıza dağlar ve ormanlar eklenmeye başladı, yolun zorluğu bir miktar arttı, yolculuk daha keyifli olmaya başladı. 
 
Bir sonraki gecemizi Curtea de Argeş'de dere kenarındaki kampımızda geçirdik. Ertesi sabah, burada sınırlı sayıda kamp malzemesi olan bir spor dükkanında, yine gaz kartuşu bulamadık. Buradaki görevli, bulabileceğimizi düşünerek Çin Dükkanı diye bir yeri tarif etti. Çin Dükkanı dediğimiz yer, bildiğimiz milyoncu, ne ararsan var, burada kartuş vardı; ama vidalı değil, geçmeli; bu bizim ihtiyacımızı görecek türden değil. Sonra çakmak gazlarını fark ettik, kartuşlarımızı çakmak  gazı ile doldurabiliyoruz. Birkaç kutu çakmak gazı aldık, işimizi hallettik, mutlu bir şekilde dağlara doğru sürdük. 
 
Dağlara doğru sürerken karşılaşmak için heyecan ve endişe içinde olduğum ayı ormanına girmiş olduk. Yol kenarında bol miktarda, ayılara karşı uyaran tabelalar var; çünkü burası Avrupa'da ayıların en yoğun olduğu ormanlardan birisi. Bu ormana girdik; buradan sağ çıkar mıyız, çıkarsak nasıl çıkarız, bu konuda biraz tedirgin olduğumu kabul etmem lazım. 

Planımız: eğer bir ayı görürsek sakin kalacağız. Gerektiğinde yanımızdaki düdükleri kullanacağız, eğer yakınlarımızda varsa en yakındaki araçtan yardım isteyeceğiz. ormana girdikten birkaç saat sonra karşı yönden gelen bir araç, ileride bir ayı olduğu konusunda bizi uyardı. ilk dönemeçten sonra 100 metre kadar ilerisinde yol kenarında büyükçe bir kocaoğlanın oturmakta olduğunu gördük; fakat reis plana sadık kalmadı; önceki günlerde gördüğümüz bir kediyi ve köpeği pompiş diyerek seven Abidin Reis 400 kiloluk ayıyı da pompiş diyerek sevmeye kalktı. Reis ne yapıyorsun, o bir ayı dediysem de, Reis'in çok umurunda olmadı; bir miktar bekledikten sonra karşı yönden gelen bir araç görününce, bu aracı ayı ile aramıza siper ederek kocaoğlanın yanından sakince ve sorunsuzca geçtik; ayı ile aramaızdaki mesafe 5 metre kadar kaldığında bile Reis ayıya "Naber pompiş" diye laf atıyordu.
 
Sonrasında 3 yavrusu olan bir ayının ve başka bir ayının yanından benzer bir şekilde, biraz sataşmayla; ama sorunsuzca geçtik. Planımıza göre bu ormanın içinden çıkıp gecelemek için ayılardan uzak bir bölge olan geçide yakın bir nokta seçmek istiyorduk, fakat gün sonuna doğru bunun mümkün olamayacağını anladık. Ya gece boyunca sürecektik, ya da ayılarla dolu bu ormanın içinde geceleyecektik. Hava kararmak üzereydi, çok yorulmuştuk yol kenarında bir karavan gördük. Karavandaki ekip Almanyalı imiş, geceyi şu an bulundukları bu noktada geçireceklermiş. Karavanın yanına çadır kurmak mantıklı geldi, bunun için izin istedik; ayılar konusundaki tedirginliğimizi anlatıp, bir sorun olması durumunda yardım isteyecektik. Biz de çadırımızı karavanın dibine kurduk. Hemen yanımızda temiz bir dere ve içilebilir bir kaynak suyu var.
 
Biz çadırımızı kurduktan sonra yanımıza başka bir karavan daha geldi. Onlar da geceyi bizim bulunduğumuz bu noktada geçirme konusunda aralarında istişare ediyorlardı. Onları burada kalmaya ikna etmek için yakında temiz kaynak suyu olduğunu falan söyledim, hemen ikna oldular, kalmaya karar verdiler. Böylelikle kendimizi daha güvende hissediyordm, ayılara karşı ne kadar kalabalık olursak o kadar iyi... Sonradan gelen bu aile Bükreş'ten geliyormuş; bir ihtiyacımız olup olmadığını sordular. Sağ olsunlar karavanlarında telefonlarımızı şarj ettiler, ayılara karşı önlem olarak gece boyunca karavanda kalması için yiyeceklerimizi onlara teslim ettik. Onlara önceki yerleşim yerlerinde gaz kartuşu bulamadığımızı söylemiştim, kendi gaz kartuşlarını bize verdiler. 
 
Ertesi gün güneşli ve açık bir havada yola çıktığımız anda telefonlarımız kapalı olmasına rağmen sesli, ve yazılı bir uyarı aldık. Uyarı: hem romence ve hem de ingilizce idi; bulunduğumuz bölgede, gece, havanın şiddetli yağmurlu ve rüzgarlı geçeceğini belirtiliyordu. Kendi kendime biz ne boranlar, fırtınalar gördük dedim, kendime ve ekipmanıma güvenip uyarıyı fazla önemsemedim 
 
Masalsı yol manzaraları eşliğinde ilerlerken Bükreş'te yaşayan zaman zaman buraya motoruyla gelen Zafer Bey ile tanışıyoruz, sağolsun ilgili davranıyor, dönüşte Bükreş'ten geçersek uğramamızı istiyor. Çok keyifli geçen 4-5 saat kadar sürüşten sonra zirvedeki tünele vardık. Tünelin girişinde ay yıldızlı bayrağımız ile bir zirve pozu verdik. Yolculuğumuzun asıl amacı kas gücü ile bu noktaya ulaşmaktı. Hamdolsun bunu başardık, Abidin Reis ile birbirimizi tebrik ettik. Sonra tünelin diğer tarafında yer alan göl tarafına geçtik. Burası bir miktar hareketli. Göl kıyısında yürüyüş yaparken çok şiddetli bir yağmur başladı. Yakındaki bir lokantaya sığındık, sonra yağmur biraz azalır gibi olduğunda tünele sığınmaya karar verdik. Tünele girişinde yağmurdan korunmaya çalışıyorduk; ama tünelin içinden bizi iliklerimize kadar üşüten bir rüzgar esmekteydi. Bu bizi rahatsız etti. Neyseki bir süre sonra yağmur azalmaya başladı ve çiseleme durumuna kadar geriledi.

Tünel girişinden ayrılıp gölün hemen aşağısına bir kaç karavanın da olduğu bir çayıra çadırlarımızı kurduk. Yakındaki karavanın sakinleri olan fransız çiftten kek, kurabiye falan ikram edildi. 
 
Beklenen ve benim fazla ciddiye almadığım yağmur akşam üzeri başladı. Yağmur gece boyunca şiddetini artırarak durmadan yağdı Çadırıma ve ekipmanıma güvendiğimden gündüz ki hava durumu uyarısını çok ciddiye almamıştım. 10 yıldır kullanmakta olduğum ve kendisinden çok memnun olduğum çadırım epey su aldı, gece bir kaç sefer içeride biriken suyu bez ile alıp tahliye etmek durumunda kaldım, ayrıca soğuk bir gece idi, epey üşüdüm, bir ara çadırdan başımı dışarıya çıkardığımda kar atıştırmakta olduğunu gördüm. 
  
Yağmur sabaha karşı hafifledi. Sabah kahvaltımızı yaparken Reis'in daha yeni sayılan çadırında herhangi bir sorun yaşamadığını öğreniyorum. Demek ki çadırımı değiştirmenin zamanı gelmiş.

O gün öğleye kadar ıslanan uyku tulumunun kurumasını bekleyeceğimiz için Reis'in maharetli ellerinden, dün yol kenarından aldığımız yöresel peynir ve ekmek eşliğinde güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Öğlen yola çıkıyoruz, yokuş aşağı orman içi uzun bir iniş ile bir ovaya iniyoruz, birkaç yerleşim yerinden geçiyoruz. Bir benzinlikte mola verdiğimiz esnada Almanya'dan yola çıkıp tatillerini geçirmek üzere Türkiye'ye doğru seyahat etmekte olan Öztürk Ailesi ile tanışıyoruz. Bisikletimizin arasındaki bayrağı görünce selam vermek istemişler, bize bir kahve ısmarlamak istediklerini söylüyorlar, bir ihtiyacımız olup olmadığını soruyorlar, sağolsunlar güler yüzlerini eksik etmiyorlar. Bunun dışında, yolculuğumuz esnasında korna çalarak selam veren araçlar da oluyor. O gün öğlen yola çıkmış olmamıza rağmen 130 km kadar bisiklet sürüyoruz. Aslında geçtiğimiz o güzel yolları daha iyi hissetmemiz için daha yavaş sürmeli idik, bu kadar hız yapmamıza gerek yoktu, neyse ki gün sonunda güzel bir kamp noktası buluyoruz. Hemen yakınımızda bulunan ve adı Oltu olan nehirde bir güzel yıkanıyoruz, misler gibi oluyoruz, birkaç kıyafetimizi gelişigüzel sabunlayıp, durulayıp asıyoruz.
 
Ertesi gün yine Oltu Nehri boyunca Tuna Nehri ile bir kez daha buluşmak üzere güneye doğru sürüyoruz. Öğle yemeğini yolda turistik bir yer gibi görünen Ramnicu Valcea'da pizza yiyerek hallediyoruz. Gün sonunda bir köyün futbol sahasına çadırları kuruyoruz. Abidin Reis yakınlardaki bir armut ağacından kopardığı armutları her zamanki gibi yıkamadan midesine indiriyor.

Ertesi sabah kalktığımızda Reis'i çok bitkin görüyorum. Reis mide bulantısı ve halsizliği olduğunu söylüyor. Bunun nedeni yıkamadan yediği armutlar olabilir, yolda yediğimiz pizza olabilir, az su içmesi olabilir, bir önceki gün içtiğimiz kuyu suyundan olabilir, sıcak çarpması olabilir.
  
Reis çok kötü görünüyor; buna rağmen yola devam etmek istiyor. Ona her işin başı sağlık, gerekirse turu bitirelim diye uyarıda bulunuyorum, biraz daha sürelim diyor, birkaç yerde bir saatten fazla mola veriyoruz, reis matını yere serip yatıyor, sonra kalkıp yeniden yola koyuluyoruz. Bu arada Reis'in durumunda bir düzelme olmuyor, telefon ile arkadaşımız Doktor Tülay Düşmez'e başvuruyoruz, bir reçete gönderiyor, ilaçların yanında Kefir içmesi tavsiyesinde bulunuyor. Yolumuz üzerindeki Karakal'da eczaneden ilaçları ve birkaç şişe kefir alıyoruz, yola düşüyoruz. Akşamım alacakaranlığında Tuna Nehri kıyısındaki Corabia'ya varıyoruz. O güzel Tuna kıyısında güzel bir yer bulup çadırları kuruyoruz. Reis hiç bir şey yemeden erkenden yatıyor. Ben market alışverişi yapmak için Corabia içerisinde biraz dolanıyorum, ama açık bir yer bulamadan çadıra geri dönüyorum. Elimizdekilerle yetinip karnımı doyurup yatıyorum.
 
Ertesi gün Reis'in durumunda bir miktar düzelme oluyor. Tuna'da yunma ritüelinin ardından düz bir yoldan Tuna Nehrine paralel bir şekilde Deliorman olarak adlandırılan bölge üzerinde Turnu Magurale'ye doğru sürüyoruz. Yol üzerinde öğle civarı iken yeniden Oltu Nehri ile karşılaşıyoruz. Oltu Nehri'nin Tuna nehrine dökülmeden hemen önceki bölümündeki mendereslerde çok güzel kumsallar oluşmuş. Tertemiz akan  nehrin bu kumsallarında şemsiyesi  ve havlusuyla yakın yerlerdeki yerleşim yerlerinden gelen insanlar var. Ayrıca yoldan geçen, sıcaktan bunalan araç sürücüleri, kamyoncular, ve tırcılar gibi bizim gibi bisikletçiler de durup nehrin bu serinliğinden faydalanıyor. Sabah kamp yaptığımız yerden ayrılırken Tuna Nehri'nde yıkanmıştık ama sıcakta yeniden serin suya girmek çok iyi geliyor.
 
Öğleden sonra Turnu Magurale'ye varıyoruz. Buradan feribota binip Niğbolu'ya (Bulgaristan'a) geçiyoruz. Niğbolu Tuna kıyısında şirin bir kasaba... Niğbolu'da bakkalından alışveriş yaptığımız Türk bakkalcıya Yıldırım'ın Niğbolu Kalesi'ni soruyoruz. Şu anki şehrin biraz üstünde bir yerdeymiş, şu anda bakımsız ve harap haldeymiş. Niğbolu'da feribot sırası bekleyen bir tırcının tavsiyesi ile rotamızı değiştiriyoruz. Niğbolu'dan  Ziştovi'ye doğru sürüyoruz. Lyubenova'da yakınında içme suyu olan, devasa ağaçları olan bir koruda kamp yapmaya karar veriyoruz. Burada güzel bir gece geçiriyoruz. Kahvaltı yaparken İvan Reis ile tanışıyoruz. Kendisi 60 yaşlarında çok renkli bir kişilik, Reis ile çatpat Bulgarca konuşuyor. Kahvaltı esnasında yumurta soyma şeklimi beğenmiyor, yumurtayı elimden alıyor ve; daha önce hiç görmediğim bir teknikle yumurtamı soyuveriyor, bu yaşıma kadar yumurtayı çok yanlış soyduğumu farkediyorum; bir süreliğine yanımızdan ayrılıyor, sonra bizim için hazırladığı yolluklar ile dönüyor. İvan Reis'e veda edip yola düşüyoruz.

Bir  araç heyecanlı bir şekilde korna çalarak ileride duruyor, bir hafta önce Romanya'da karşılaştığımız ve bize kahve ısmarlayan gurbetçi Öztürk ailesi ile Bulgaristan'da tekrar karşılaşıyoruz. Bulgaristan'a geçtikten sonra buradaki akrabalarının yanında zaman geçirmişler. Şimdi Türkiye'ye doğru gidiyorlarmış. O zaman yemek ısmarlayamadık, şimdi kesinlikle bırakmayız diyorlar. Karşılaştığımızın yerin 5 km kadar ilerisinde, yol kıyısında onların önceden bildiği güzel bir mekanda oturuyoruz, sağolsunlar sayelerinde güzel bir anımız daha oluyor.

Son etapta geçen dört gün boyunca  ekin tarlalarının arasındaki inişli çıkışlı yollardan, birkaç Türk köyünden geçerek sürüyoruz, Bulgaristan ve Romanya'da, bisiklet üstünde geçen 17 günün sonunda Kapıkule'den güzel ülkemize giriyoruz. 
  
Bu yazıya yorum yazabilirsiniz 

Yorumlar

  1. Abidin Balcı9/20/2024

    Tebrik ve teşekkürler reis. Unuttuğum ayrıntılar ile bu güzel anımızı tekrar yaşamış gibi oldum. Aslında o coğrafyanın diğer ülkelerinde de bisiklet sürmüşlüğün var ama seninle birlikte balkanlarda tekrar pedallamayı sabırsızlıkla bekliyorum..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız