Bisikletle Tuna Boyları'nda, Bulgaristan I

"Türk'ün gönlünde dağ varsa Balkan'dır, nehir varsa Tuna'dır" diyor Yahya Kemal... Gönlümüzde bir nehir, bir de dağlar var. Gönlümüzdeki nehirde yunmak için ve gönlümüzdeki dağları aşmak için yol arkadaşım Abidin Reis ile, aylardan temmuz ,günlerden sıcak bir cuma öğleden sonrası iken Hamzabeyli sınır kapısından pedalları çevirmeye başlıyoruz.
Önümüzdeki günler için planımız: öncelikle Tuna Nehri kıyısında bulunan sınır şehri Rusçuk'a varmak, Şanı büyük Osman Paşa'nın Tuna'sına selam çakıp Tuna üzerinden Romanya'ya geçmek, sonrasında Romanya'nın orta kısmında bulunan Karpat Dağları üzerinde bulunan Transfagaraşan Dağ Geçidi'ni aşmak. Bu geçidi aşabilirsek farklı bir yoldan güneye doğru ineceğiz, yine Tuna üzerinden Bulgaristana geçip oradan Edirne'ye kadar bisiklet süreceğiz. Duruma göre belki Yunanistan üzerinden de Edirne'ye ulaşabiliriz.
Bulgaristan tarafında ilk saatlerimizde, ülkemizin yollarını arar olduk; yeni bir yol olmasından dolayı asfalt kalitesi fena değil; ama yol tek şerit... Tırların da geçtiği, işleyen bir yol ve emniyet şeridi yok. Yerleşim yerleri dışında Sovyetler'den kalma bakımsız heykeller göze çarpıyor, Sağımızda ve solumuzda büyük, geniş tarlalar var, tarlalardaki ekinler yeni biçilmiş, uçsuz bucaksız bir çölü andırıyor. Birkaç küçük köyden geçiyoruz; geçtiğimiz köyler çok sessiz, terkedilmişlik havası var. Bu yolda ilk gün yol boyunca gördüklerimiz bizi çok heyecanlandırmıyor.

Azalan suyumuzu dolduracağımız çeşme bulmakta zorlanıyoruz. Tam da suyumuzun bittiği anda yol üzerinde içilebilir su tabelasına rastlıyoruz; bu tabela bizi çok sevindiriyor, tabelanın bulunduğu bölgeye iyice göz atıyoruz; fakat çeşmeyi bulamıyoruz; o anda oradan geçmekte olan polislere suyun nerede olduğunu soruyoruz; yoldan epey dışarıda kalan suyun yerini gösteriyorlar. Son derece bakımsız, çok eski bir çeşme ile karşılaşıyoruz. Çok şükür ki az da olsa suyu akıyor. Suyun tadını beğenmememize rağmen mecburen içiyoruz. Çeşme civarında kamp kurmayı aklımızın ucundan geçiriyoruz; fakat çeşmenin civarı ve yakınları da kamp kurmaya hiç müsait değil; hem hava kararmadan, en azından bir saat kadar bisiklet sürebilecek zamanımız var.
Suyumuzu içip yola devam ediyoruz. Güneşin batmasına yakın, kamp için, bir kenarı uygun görünen büyükçe bir benzinliği gözümüze kestiriyoruz. İngilizce bilmeyen biriyle karşılaştığımızda Abidin Reis devreye giriyor. Reis, daha önce dört yıl kadar Varna'da iş yeri çalıştırdığından Bulgarca konuşabiliyor. Benzinlikte kamp kurabilmek için, Reis içeride çalışan arkadaşla konuşuyor; çalışan, patronundan izin alması gerektiğini belirtiyor; telefonla patronunu arıyor, fakat ulaşamıyor. Beş kilometre mesafede olduğunu söylediği bir Türk lokantasını tarif ediyor. Yola koyulıyoruz, bahsedilen lokantayı buluyoruz; fakat burası artık ev olarak kullanılıyormuş, zaten bir Türk'e de rastlamıyoruz. Geç olmasına rağmen yola devam etmeye karar veriyoruz.
Hava artık alaca karanlık oluyor, o karanlıkta en az bir saat daha sürdükten sonra büyük bir tır parkına varıyoruz. Burada iyi karşılanıyoruz, herkes yardımcı olmaya çalışıyor. Orada bulunan bisikletli genç bir arkadaş kamp için yer gösteriyor. Kamp kurmaya çalıştığımız zemin, beton olduğundan Abidin Reis, kazıklarını zemine çakmak zorunda olduğu, ilk defa kullanacağı çadırını kurmakta zorlanıyor. Etrafta hurda haline gelmiş zırhlı askeri araçlar göze çarpıyor. Reisin yeni çadırının kazıklarını zemine çakamıyoruz, iplerini etraftan topladığımız  hurda parçalara bağlayıp gerdirmeye çalışıyoruz. Hemen arkasından Reis'in hazırladığı harika soslu makarnayı mideye indirince bana bir can geliyor. Bulunduğumuz tır parkı çok geniş bir alanı kaplıyor ve sadece bir kaç tır göze çarpıyor, tesisin kaynaklarını rahatça kullanabiliyoruz. Sonra parkın ortasındaki çeşmede başımı yıkayıp üstünkörü bir duş alıyorum; bu bana çok iyi geliyor. Temiz bir şekilde uyumak gibisi yok.
Ertesi sabah kendi öz kaynaklarımız ile hazırladığımız güzel bir kahvaltı sonrası yola koyuluyoruz. Yol manzaraları düne göre daha güzel. Genellikle tarlaların içinden ve bu tarlaları arada bir bölen küçük ormanların içinden geçiyoruz. Abidin Reis: tarlalar arasında yer alan bu küçük ormanların, komünist dönemde oluşturulduğunu, oluşturulma nedeninin: bir tarlada oluşan hastalıkların yan taraftaki parsele geçmesini önlemek olduğunu söylüyor. Yanbolu, Mokren... En son da Kotel'i ardımızda bırakıyoruz. Akarı iyi, içimi güzel, birbirine yakın birkaç çeşme ile karşılaştığımızda bir Türk köyüne yaklaştığımızı anlıyoruz.

Köyün meydanına vardığımızda, yanılmadığımızı, burasının bir Türk Köyü olduğundan emin oluyoruz. Köyün adı Çatak. Buradaki meydanın ortasında içmekte olan abiler, bisiklet üzerinde dalgalanmakta olan bayrağımızı görünce bizi heyecan ile karşılıyorlar; güler yüzlerini esirgemiyorlar. Burada bulunan arkadaşlardan birisi elindeki içecekten bir yudum aldıktan sonra: "Biz de Türküz, biz de müslümanız be yaa..." diye devam ediyor konuşmasına. Müslüman olduğuna içtenlikle inanmamızı, belki de kendimizi daha rahat hissetmemizi sağlamak istiyor olacak ki arada: "Allah, peygamber be yaa, Türk'üz be yaa" diye tekrarlıyor.

Yemeklik alışveriş için bakkala girdiğimizde, bakkal sahibi hanımefendi, alışveriş için orada olan, 65-70 yaş civarındaki teyzeyi işaret ederek teyzenin torununun Türkiye'de bulunduğunu, torununun dizi ve sinema oyuncusu olduğunu söylüyor. Yakınımızda bulunan teyzeye selam veriyorum, içtenlikle karşılık veriyor. Torunu hakkında yaptığımız kısa sohbet esnasında torununun adını soruyorum: "Canay" gibi bir şey söylüyor. Bu daha önce duyduğum isimlere benzemiyordu. Bu nedenle kız mı, oğlan mı diye ekliyorum. Ayşe Teyze "Çocuk" diye cevap veriyor. "Kız mı, oğlan mı?" diye tekrarlıyorum. Teyzem: "Çocuk, çocuk..." diye karşılık veriyor. Bu esnada Abidin Reis, buralarda erkek evlada çocuk dendiği belirtince gülümsüyorum. Teyze ile olan muhabbetin devamında torunun isminin Cenay Türksever olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Teyze torununa selam söylüyor...

Çatak'ta kamp yapmaya karar veriyoruz. Nerede kamp kurabileceğimiz hakkında konuşurken  orada bulunan bisikletli genç bir arkadaş söze giriyor, beygirleri örüklediğimiz çayır var ya diyor...  iki genç arkadaş Galin ve Fedail kamp kuracağımız noktaya kadar bize eşlik ediyorlar. Fedail öz ve güzel bir Türkçe konuşuyor: baba yerine buba diyor örneğin... Fedail kamp  yerimiz hakkında bize bilgiler aktarıyor; çeşmeye giden kestirme patikayı gösteriyor.. Önceden burada top oynuyorlarmış, şimdi beygirleri örüklüyoruz diyor, etrafta birkaç beygir göze çarpıyor. Bize, siz aga-gardaş mısınız diye soruyor...
Çadır kurma esnasında gençler bize yardımcı oluyor,  Geç saatlere kadar gençlerle muhabbet ediyoruz. Yatmadan önce çeşmede birkaç kıyafetimizi sudan geçirip üstünkörü sabunlanıyoruz, başımızı yıkıyoruz.

Ertesi gün, (söylemesi ayıp) yumurta, peynir, zeytin, bal, pekmez... ile sağlam bir kahvaltı yapıyoruz. Uzun yıllardır bisiklet turlarımı tek başıma gerçekleştiriyordum. Doğru besleniyordum; fakat yeme içme konusunu daha pratik şekilde halletmeye çalışıyordum. Reis melemen yapmak için 45 dakikasını ayırmaktan çekinmiyor örneğin... Makarna için illaki muhteşem bir sos hazırlıyor. Belki bu turda onun sayesinde kilo alabilirim. Kahvaltıyı Galin ve Fedail ile birlikte yapıyoruz. Sonra gençlerle vedalaşırken gençler dönüşte de Çatak'tan geçmemizi istiyorlar. Tam olarak hangi güzergahtan döneceğimizi bilmiyoruz; fakat dönüşümüz, farklı yerleri de görmek istediğimiz için şu an takip ettiğimiz yoldan olmayacak.
Çatak'tan hemen sonra zorlu yokuşlar tırmanıyoruz. Tuna Nehri akmam diyor diyerek Tuna Marşı'na başlıyorum; ama zorlu yokuş marşın devamını söylememi bir inilti ile engelliyor, devamını inişe bırakıyorum.  Reis yine önümde sürüyor. Abidin Abi, düzenli olarak günübirlik turlar yapmasının yanında, teknik dağcılık, kaya tırmanışı, buz tırmanışı, sportif tırmanış, koşu gibi sporları da düzenli olarak yapıyor; bu nedenle ile ilk defa böylesine uzun bir turda olmasına rağmen performansı çok iyi. Adeta bir makine... Genellikle ben onu yakalamaya çalışıyorum. Başka bir Türk köyü olan Yeşilova'da mola veriyoruz. Abidin Reis yol kenarlarından topladığı böğürtlen, vişne ceviz gibi her türlü meyveyi fazla fazla ve yıkamadan yemeye devam ediyor, yolda cırcır olmak çok kötüdür; bu nedenle meyveleri yıkamadan yememesi konusunda Reis'i uyarıyorum. Reis, özellikle yıkamadan yediğini, bunun midesi için iyi olduğunu iddia ediyor. Reis ilgilendiği spor dallarında ve beslenme konusunda değişik yöntemleri olan bir insan; bu nedenle vardır bir bildiği deyip susuyorum.
Bazen yokuş çıkarak, bazen bayır aşağı inerek, Osmanpazarı'nı ve Eskicuma'yı ardımızda bırakıyoruz. Razgrad'a doğru devam ederken bir araç korna çalarak ve işaret ile bizi durduruyor. Araçtan inen Rufi Abi burada yaşayan Razgradlı bir Türk. Bayrağı gördükten sonra bir ihtiyacınız var mı diye sormak istemiş. Bize telefon numarası veriyor, ihtiyacımız olduğunda arayalım diye. Orada onun isteği ile bir fotoğraf çektiriyoruz. Facebook'unuz var mı, fotoğraf paylaşıyor musunuz diye soruyor. Biz de instagram'dan paylaşıyoruz arada sırada diye cevap veriyoruz. O instagram kullanmıyormuş; ama eve varınca çocuklara bir hesap açtırayım deyip, şans dileyip  yanımızdan ayrılıyor. Birkaç saat sonra Razgrad yakınlarında wifi bulduğumuzda, Rufi abi'nin hesap açtırdığını ve bizi eklediğini görüyoruz; paylaştığı ilk fotoğraf da Razgrad yakınlarındaki tepede çekildiğimiz fotoğraf. Fotoğrafın altına da "Sırf bu arkadaşlar için buraya kaydoldum." deyip, bizi takdir eden sözler yazmış, sağolsun.
 
Razgrad'da Lidl Market'ten alışveriş yaptıktan sonra Rusçuk yoluna koyuluyoruz. Uygun bir kamp noktası bulabilmek için karanlıkta dahi sürüyoruz. Büyükçe bir benzinlikte kamp kurabilmek için şansımızı denemeye karar veriyoruz. Benzinlik kurumsal bir benzinlik gibi göründüğünden, kamp için izin alabilmemiz konusunda benim pek umudum yok. Reis içeride çalışan hanımefendi ile konuşuyor, hanımefendi telefon ile bir yeri arıyor ve olur alıyor. Bu iyi oldu; çünkü hem geç olmuştu, hem de daha fazla sürebilecek enerjimiz kalmamıştı. İyi bakılmış ağaçların arkasına, yine bakımlı çimenlerin üzerine çadırları kuruyoruz. Bu kadar kilometre pedal çevirdikten sonra insan iyi bir yemeği hakediyor; sonra yemek hazırlığına girişiyoruz. Çok şiddetli bir yağmur başlıyor, alelacele tavayı tencereyi benim çadırın içine taşıyoruz, yemeği çadır içinde pişirmeye devam ediyoruz. Çadırıma misafir gelen Reis çadırın ne kadar genişmiş diye yorum yapıyor. Ben bu nedenle 3 kilo, iki kişilik çadır taşıyorum, içinde rahat hareket edebiliyorum ve  yemek hazırlayabiliyorum. Benzinliğin lavabosunda sıcak su var, bu su ile başımı yıkıyorum. Yağmur olanca hızıyla devam ederken o gün giydiğim üst kıyafetimi yağmur suyu ile yıkanması için dışarıda bırakıyorum.
Ertesi gün Rusçuk'a doğru sürmeye başlıyoruz. Bu yol Bulgaristan ve Romanya'yı birbirine bağlayan yoğun bir uluslararası yol; fakat sadece adı uluslararası... Bu yolun çoğu yeri, gidiş ve dönüş yönünde birer şerit ve hiçbir yerinde emniyet şeridi yok. Bu işlek, tehlikeli yol üzerinde Rusçuk'a doğru her pedal çevirişimde biraz daha fazla heyecanlanıyoruz; çünkü Rusçuk'ta Tuna Nehri ile buluşacağız, şanı büyük Osman Paşa'nın Tuna'sı ile... Daha önceki Balkanlar bisiklet turumda Sırbistan'da iken Tuna Nehri ile karşılaşmış ve bakışmıştık; kıyısında gecelemek, özellikle serin sularında yunmak gibi bir hayalim vardı; O zamanki şartlardan dolayı Tuna'da yunamamış ve biraz uzağında gecelemek durumunda kalmıştım. Umarım bu sefer bunu gerçekleştirebilirim. 
Pedal çevirirken, yer yer Plevne Marşı'nı mırıldanarak şenliğime şenlik kattığım günün ortasında Rusçuk'a ulaşıyoruz. Reis yeme içme konusunda son derece dikkatli, güvenmediği yerlerde yemiyor. Bu nedenle Rusçuk'ta bulunan Türk lokantasını aramaya koyuluyoruz; birkaç kişiye adres sorarak buluyoruz; fakat burasının menüsünü beğenmiyoruz. Bunun yerine bir pizzacıda vejetaryen pizza yiyoruz. Sonra Tuna boyuna iniyoruz, bir süre aheste şekilde akan o muhteşem nehri seyrediyoruz. Sakarya ve Nil ile kardeş olan O Yeşil Tuna bizi tanıyor gibi hissediyoruz. Başlangıçta akmıyor gibi görünse de, ağır ağır akmakta olduğunu, bize anlatacak bir hikayesi olduğunu anlıyoruz. Bu gece kesinlikle onun kıyısında gecelememiz, onun şanlı hikayesinden payımıza düşeni almamız gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle Tuna Nehri boyunca sürmeye başlıyoruz.





Nehrin kıyısında büyükçe, yaklaşık 10 metre yüksekliğinde beton bir set var. Bu setin taşkınları önlemek için mi; yoksa, nehrin sınır olduğundan ve karşısında farklı bir ülke olduğundan dolayı sınır güvenliği için mi olduğunu sorguluyoruz aramızda... Yarım saat kadar bu set üzerinde sürüyoruz. Settin bir kaç noktasında nehir kıyısına inen demir parmaklı merdivenler var. Bu merdivenlerden nehir kıyısına inmek konusunda düşünürken bir balıkçının merdivenden inerek nehir kıyısında balık tutmaya çalıştığını görüyoruz. Balık tutulan yerde kamp da yapılabilir diye düşünüp, çantaları ve bisikleti bu merdivenden nasıl indirebiliriz diye düşünmeye başlıyoruz. Çantaları bisikletten ayırıp önce bisikletleri indirmeye karar veriyoruz. Birimiz, duvarın üzerinden bisikleti aşağıya sarkıtırken diğerimiz aşağıda sarkan  bisikleti tutarak, bisikletleri indiriyoruz. Bisikletleri indirdikten sonra çantaları indirmek daha kolay oluyor. Ben, alışveriş için markete gidiyorum, dönene kadar reisin çadırını kurduğunu benim çadırım için de yer hazırladığını görüyorum. Sonra nehirde yüzmeye gidiyoruz, orada balık tutmakta olan bir Türk'ten nehirde bulunan balıklar hakkında ve onun tuttuğu balıklar hakkında konuşuyoruz. Nehire girmeden önce bizi uyarıyor; dışarıdan belli olmasa da, Plevne Marşı'nda akmadığını söylese de, nehrin güçlü bir akıntısının olduğunu, kıyıdan ayrılmadan yüzmemiz gerektiğini belirtiyor. Yüzmek için nehre giriyoruz, tüm kıyafetlerimizi yıkıyoruz, sonra yine yüzüyoruz, doyasıya yine yüzüyoruz....
O gece Tuna nehri kıyısında güzelce dinleniyoruz. Ertesi sabah yola çıkmadan önce, yüksek sesle "Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor... " naralarıyla tekrar nehirde yıkanıyoruz. Suyun muhteşem bir sıcaklığı var, hafif serin suları tenimizin her bir zerresine şefkatle dokunduğu gibi, ruhumuzun gönül tellerine de dokunuyor. Nehirden çıktıktan sonra gölgesinde uyuduğumuz söğüt ağacının dalından yanımızda taşıdığımız bayraklara yeni birer direk yapıyoruz; ay yıldızlı şanlı bayrağın şanına şan katılıyor. 

Bir saat kadar sürdükten sonra daracık, uzun, demir bir köprü üzerinden Tuna'ya el sallayıp Romanya'nın Yergöğü şehrine giriyoruz.

Bu yazıya yorum yazabilirsiniz 

Yorumlar

  1. Adsız3/04/2023

    bu iş için akıl lazım, kondisyon lazım, yürek lazım, yoldaş lazımtevekkül lazım, bir de semaver lazım sanırım onu almadınız

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :) ...evet çay da lazım... Her zaman çayımız vardı. Yorum için teşekkürler.

      Sil
  2. Abidin Balcı3/04/2023

    Ali kardeşim bu muhteşem turda sana eşlik etmiş olmak, unutulmaz yolda sana yoldaşlık etmek ve engin yol tecrübelerinden istifade etme bahtiyarlığını yaşadığım için kendimi çok şanslı kabul ediyorum. Her ne kadar transfagaraşan için yola çıkmış isekte bu turun öznesi kesinlikle “Tuna” dır. İçimizde dağarcığımızda yoğunlaştırdığı o duyguyu muhteşem betimlemişsin. Senin gibi bir dostla ömür boyu pedallenir. Serinin diğer bölümlerini sabırsızlıkla bekliyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yol arkadaşlığın için teşekkür ederim Reis

      Sil

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız