Buraya Kadar (İran-2)

uş uçmaz, kervan geçmez değilse bile; nadiren mavi bir Zamyad'ın ya da beyaz bir Peykan'ın geçtiği, ıssız sayılabilecek bir İran yolundayım. Hava aşırı sıcak; yani buradaki insanların deyimine göre isli mi isli. Kırk derece yoksa bile Otuz Dokuz'dan aşağı değil. Bagajımın üstündeki su şişelerinden birinin içinde idare edecek kadar su var ve  sıcaklığı çay yapılabilecek seviyeye ulaşmış. Uzun zamandır çaya çağıracak biri de denk gelmedi ki; artan hararetimizi biraz düşürelim! Burada herkes iki termosla dolaşıyor; birinde çay var, diğerinde buzlu(serin) su. Ne mutlu bana ki; tarlada çalışan, yola çıkan, gölgede dinlenen... insanlarca çaya ve suya çağrılıyorum. Gölgesinde dinlenebileceğim bir ağaca da hasretim... Bu coğrafya gönül zenginliğinde nasıl bir zirve yaptıysa gölge fakirliğinde de öyle bir dip yapmıştır.

O ne öyle! Serap değilse ileride yolun sağında bir kaç cılız ağaç görüyorum. Öyle olduğunu pek sanmıyorum; ama gölgesini sahiplenmiş kimse yoksa öğle istirahati için daha iyisini bulamam. Önce isli suyumdan kana kana içerim. Sonra şöyle ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkarırım. Matımı yere serer, karnımı doyurur, ikindi vaktini bekler istirahatin dibine vururum.

Yokuş aşağı yolun bittiği, düz yolun başladığı noktada, biraz önce gıyaben sahiplendiğim o güzel gölgemin tam karşısında, bir araç görüyorum -tabi ki bir Zamyad-. İlginç bir şekilde, kamyonet yolun sağında değil de yolun ortasına yakın bir yerde bekliyor. İçinden bir adam iniyor gölgeye doğru gitmesini bekliyordum; ama o öyle yapmıyor; elleri cebinde yolun ortasında bekliyor; arada bir benim bulunduğum tarafa göz atıyor. Hareketleri normal gelmiyor bana. Biraz daha yaklaşınca elini kolunu sallamaya başlıyor. Davranışlarından kuşku duymaya başlıyorum; ama bir taraftan da öyle değildir canım diyorum kendi kendime. Ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. Galiba durmamı istiyor adam. Aşağıya doğru iniyorum; düze indiğimde frene basıp yavaşlıyorum. Ben yavaşlayınca, adam kamyonetin kabinine doğru gidiyor; içeriden bir şey aldığını görüyorum. Yönünü tekrar bana dönünce elinde büyükçe bir bıçak tuttuğunu görüyorum. Fırtına öncesi sessizliğini yaşıyorum kısa süre. Sonra içimden ve sanırım yüreğimden cız diye bir ses geliyor. Adam bıçağı tuttuğu eliyle ısrarla durmamı ve sağa çekmemi istiyor. 

O an aklımdan değişik düşünceler geçiyor. Bunu kesinlikle beklemiyordum. Bu coğrafyanın insanını, az buçuk tanıyacak kadar zaman geçirmiştim buralarda. Oysaki ne yüce gönüller görmüştüm, ne tarifsiz anlar yaşamıştım. El üstünde tutulmuştum. İnsanların nasıl bir gönül zenginliğine sahip olduğunu herkese, özellikle de "Ne işin var oralarda, gidecek başka yer mi bulamadın!" diyenlere anlatacaktım. Şimdi nasıl olurdu da" Siz haklıymışsınız; bana bıçak çekildi diyecektim." Böyle olmamalıydı; güzel anılarla yarılmak istiyordum bu topraklardan. Buraya kadar ne kadar da güzeldi her şey. Belki de buraya kadardır.

Adam kendisi ve Zamyad'ı ile neredeyse yola barikat kurmuş. Yanından basıp gitme ihtimalimi ortadan kaldırmış. Durmaktan başka seçeneğim yok. Hele bir duralım, bakalım. Konuşarak anlaşabiliriz belki de. Üç beş bin tümene razı da olabilir. Çok param yok; ama ona yeterli gelirse tüm paramı verebilirim. Olmadı cebelleşiriz. Hızlı koşarım; olmadı kaçarım. Belki de kötü olaylara tanıklık eder ileride ki üç beş ağaç. Her şeye hazırlıklıyım.

Adamla aramda bir kaç metre mesafe bırakarak duruyorum. Ben durunca adam bıçağı sol eline alıyor. Kendimi hafif geri çekiyorum. Sonra kamyonetin kasasını açıyor adam; bir kutudan büyükçe bir karpuz çıkarıyor. Ben bozuluyorum, kızarıyorum, renkten renge giriyorum.  Sonra sağ elini bana uzatıp "Selam" diyor. Yaklaşıp elini sıkıyorum; "Selam." diyorum. İngilizce olarak nereli olduğumu soruyor. Ben "Türkiye" deyince, gözleri parlıyor, ağzı kulaklarına varıyor, konuşmasına Türkçe devam ediyor. Diyor ki: "Gölgeye geçelim ağa, yorulmuşsundur, karpuz senin için çok yahşıdır."

Gölgeye geçiyoruz. Konuşuyoruz değişik mevzulardan. Paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyor, numarasını da veriyor; bir ihtiyacım olursa, başıma bir iş gelirse arayacakmışım. Serin karpuzu da yedikten sonra kendime geliyorum, anladım ki gerçekten ihtiyacım varmış buna. Hararetim taban, mahcubiyetim tavan yapıyor. Karpuzu büyük bir iştahla yediğimi gören, ve onu yiyebilmem için elinden geleni yapan adam, diyor ki: "Ali Ağa sana ikram edecek başka bir şeyim yoktur, kusura kalma sakın."

"Sen kusura kalma güzel insan." diyebiliyorum sessizce. Sonra o güzel insan o mavi Zamyad'a biniyor ve çekip gidiyor; arkasında müteşekkir ve çokça mahcup bir adam bırakarak.

İlgili Başlıklar

Yorumlar

  1. Çok ilginç bir hikaye olmuş. Allah'tan başınıza kötü birşey gelmemiş.

    YanıtlaSil
  2. hocam gecelerı nasıl konaklıyorsun nerelere cadır atıyorsun genelde evde kalmıssın ama cadırda kaldıgında nasıl bıyerlerdekaldın merak edıyorum ve bısıkletını dogubeyazıta hangı fırmayla getırdın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Akşam nereye denk gelirsem, orada konaklıyorum. İran'da mescit bahçesine, mermer deposuna, yol kenarı tesise, parka çadır kurduğum oldu. İran'ın parkları kamp alanı gibidir, herkes çadır kurar. Mek Ağrı Dağı firmasını kullandım.

      Sil
  3. İbrahim Aydın5/27/2023

    Bıçağın sonu karpuz ikramıyla sonuçlanmış çok şükür 😊

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız