Aladağlar; Göğe Yakın Topraklar

Aladağlar'a gidiyordum ve düşünüyordum. Beni Aladağlara çağıran şey neydi...  Bir yerlerde gördüğüm bir fotoğraf belki, belki sükunetin güzelliği, göğe yakınlık isteği belki de... Bir süreliğine şehirlerin baş döndürücü hızından kaçıp yavaşlamak, sirenlerin korkunç gürültüsünden uzaklaşıp kuşların ve cırcır böceklerinin armonisine kulak kabartmak da olabilir. Tam olarak bilmiyorum, hele yazmaya devam edelim belki de neden gittiğimi anlayabilirim.

Aladağlar'da karar kıldıktan sonra 3 gün sonraya Kayseri'ye otobüs bileti aldım. Aladağlar ilk defa gideceğim bir bölge olduğu için, bu kadar büyük bir coğrafyada, sadece bir harita ve pusula yardımıyla rotadan şaşmadan ilerleyebileceğim konusunda emin değildim. Deniz Tokay'ın daha önce yürüdüğü rotanın çıktısını aldım. Bu haritaya özellikle, su bulabileceğim noktaları, bazı noktaların rakımlarını ve belli başlı noktaları işaretledim.  Deniz, rota, sıcak havada zorlanabileceğim bölümler ve su sıkıntısı yaşayabileceğim yerler ile birlikte  ilgili kulağıma küpe olacak bir kaç tavsiyede bulundu, sağ olsun; ama rotadan şaşmadan ilerleyebileceğim konusunda hala emin değilim.

Yaklaşık 10 saatlik bir otobüs yolculuğu ile Kayseri Otagarı'na ulaştım. Oradan minibüsle Yahyalı'ya geçtim. Yahyalıda ilk işim Kapuzbaşı Köyüne gidecek minibüsü bulmak oldu. Minibüs saat 15.oo'te yola çıkacakmış. Kapuzbaşı minibüsü sadece hafta içi çalışıyormuş, sabah erken saate köyden, öğleden sonrada Yahyalı'dan hareket ediyormuş. 

Minibüsün kalkmasına epey zaman olduğu için ağırlığı 20 kiloyu bulan çantamı kahvaltı yaptığım lokantaya emanet edip Yahyalı'yı keşfe çıktım. Ulucami'yi gördüm, dere kıyısından yukarılara doğru bir süre yürüdüm; sonra aşağıya inip, her Yahyalının bu havada yaptığı gibi, dere kenarındaki söğütlerin koyu gölgesinde kendime bir yer edindim. Minibüs kalkana kadarki zamanımın çoğunu söğüt ağacının gölgesinde çay içerek geçirdim ve ben bu gölgeyi çok ararım düşüncesini kafamdan uzaklaştıramadım.

Minibüs saat 15:30 civarı hareket etti. Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra dereler tepeler aşarak Kapuzbaşı Şelaleleri'ne ulaştık. Şelalelerde minibüsten indim. Minibüsçü hava karardıktan sonra şelale bölgesine çadır kurabileceğimi söyledi; ayrıca 500 metre ilerideki köy içerisindeki bir akrabasının işletmesini de tarif etti. Bununla birlikte yarın sabah erkenden Yedigöller'den Hacer Ormanı'na inen bir grubu almak için Soğukpınar'a çıkacağını, beni de götürebileceğini söyledi. Planıma göre Kapuzbaşı'ndan Demirkazık'a kadar sırt çantam sırtımda olacak ve yürüyeceğim. Eğer yapabilirsem 3700'lük bir zirve yapacağım; yolumun üstündekiler hariç bir kaç göl göreceğim. Bu rotanın az bir kısmında bile olsa kesinlikle motorlu taşıt kullanmayacağım, çok kimsenin yaptığı gibi çantamı katırlara taşıtmayacağım. Eğer bu şekilde Demirkazık'a yürüyebilirsem kendimle gurur duyacağım.


Birkaç saat şelaleler bölgesinde zaman geçirdim. Şelalede bazı gençler fotoğraf çekilelim dediler. Tamam dedim. Birisi diğerine "Benim şarjım bitti, sen çek." dedi. İkincisi "Benimki de bitti." dedi. Üçüncü "Benimki %10, çeker." dedi; ama baktık ki onun da şarjı bitmiş. Ah şu akıllı telefonlar. Neyse benim makineyle çekilelim, beni internetten bulursanız ben size en erken 10 gün sonra gönderirim dedim. 10 gün bekleme fikri hız çağında yaşayan gençlerin  çok hoşuna gitmedi sanırım...


Şelaleler ve bulunduğu bölge daha önce hiç görmediğim muhteşem bir güzelliğe sahip, fakat burasının geleni gideni eksik olmadığı için, gecelemek için  başka bir yer aramaya karar verdim. Bu sebeple rotamın devamında olan Kapuzbaşı Köyü içine kadar yürüdüm. Buradaki bir bakkaldan bisküvi, içecek vs aldım. İlk bakkalda hazır çorba olmadığı için diğer bakkaldan hazır çorba aldım. Hazır çorbayı aldığım bakkala bakan gençler, alışveriş yaptığım diğer bakkalın fiyatlarının çok pahalı olduğunu söyledi, oysaki fiyatları normaldi. Sonra kendileri, çorbaya olması gerekenin 3 katı fiyat biçti.


Köyden çıkıp Ulupınar Köyü istikametine 1 saate yakın süre kadar yürüdükten sonra Milli Park ziyaretçi tanıtım merkezinin bulunduğu noktaya vardım. Civarda bir kaç çadır gözüme çarpıyor. Burada mangal yapan birkaç grup da var.  Mangal yapan gruplardan birisi şelalede karşılaştığımız Adanalı grup. Beni de mangala davet ettiler. Sağ olsunlar, yemek işiyle uğraştırmamış oldular beni; uğraşşam en fazla makarna pişirirdim zaten... Yemekten sonra Adana'ya dönüşe geçmeden önce kalan malzemelerini bana vermek istediler. Et bozulur, karpuz taşınmaz, bunları alamam; ama salatalık, acı biber ve domateslerini aldım. Adanalı grup toparlanıp Adanaya doğru yol almaya başlayınca bende yarın çıkacağım Hacer Boğazı manzaralı, alanın ormanla bitiştiği bir noktaya çadırımı kurdum.


Hava kararmıştı, çeşmeden su getirmiştim, çadırın yanına henüz dönmüştüm. Orman tarafından gelen hırlamalar duydum. En başta bu seslerin köpek hırlamaları olduğunu zannetmiştim. Sonra daha net duymaya başladığım hırlamalara, koşan bir sürüye ait olduğu belli olan ayak sesleri de eklenince, seslerin bir köpeğe ait olmadığını anladım. Elimdeki feneri sesin geldiği yöne doğru tutunca bir domuz sürüsünün benim bulunduğum noktaya doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gördüm. Domuz sürüsünü farkettikten sonra yapacak çok bir şeyim yoktu artık. Neyse ki bundan yaklaşık 5 saniye sonra sürü, çadırın 2 metre yakınından beni hiç umursamadan rüzgar hızıyla geçti gitti.

Yakınımdaki çadırın sakinlerinden Esma ve Ramazan ailesiyle birlikte iki gündür buradaymış ve ilk kamp tecrübelerini yaşamaktalar. Sohbet için yanıma geldiler. Civarda neredeyse el ayası kadar olan, gerçekten büyük örümceklerden gördüm.  Gençler de örümceklerden bir tanesini çeşmenin yakınlarında görmüşler ve örümceğin çadırlarına girip giremeyeceğini merak ediyorlar, oldukça işkilliler. Biraz önce oturduğumuz yerden geçen, toprağa dokunsak ayaklarının toprağa bıraktığı sıcaklığı hissedebileceğimiz domuz sürüsünden hiç bahsetmedim tabi... Gençlere çay demledim; bisküvi vb çıkarttım. Güzel güzel sohbet ederken ve çayımızdan ilk yudumumuzu hüpletmek üzereyken , Ramazan oturduğumuz yerde bir örümcek daha gördü, Artık benim çadırın yanında durabilmeleri mümkün olamadı. Sonra çayı aldık, onların çadırının yanında içtik.


Gece çok güzel bir uyku uyudum. Bugün ki hedefim Soğukpınar Dağ Evi, Eğer ulaşabilirsem ve kapısını açık bulursam geceyi dağ evinde geçireceğim. Sabah saat 08 civarında yola koyuldum. Ulupınar'a doğru yürümeye başladım, yolun ilk kilometrelerinde hava serin, ben de dinç olduğum için yürüyüş daha eğlenceliydi sanki. Zaman geçtikçe ve hava ısınmaya başlayınca iş zorlaşmaya başladı. Ulupınar'dan önce bir araç yanı başımda durdu, Ulupınarlı dayım beni  götürebileceğini söyledi, teşekkür ettim, binmeyince şaşırdı, bakışları ve gülümseyişi tanıdık geldi bana; muhtemelen bir tahtamın eksik olduğunu düşünüyordu; "Bu sıcakta binsen daha iyi olacaktı; Allah kolaylık versin, işin çok zor." dedi.


Yanımda 3,5 litre su taşıyorum, Aşağıda şelaler, yeryüzündeki bir su cennetini andırsa da rotanın Ulupınar'dan sonrasında bu mevsimde büyük su sıkıntısı yaşandığına şahit oldum. Asfalt yoldan çıktıktan sonra, en son Ulupınar Köyü mezarlığında ölmüşlerin ruhlarına fatiha okuduktan sonra, mezarlığın duvarındaki çeşmeden eksilen sularımı tamamlamış, elimi yüzümü yıkamıştım. Soğukpınar'a tırmanırken, bir dere yatağından yada büyük bir kayanın altından gürül gürül akan suyu bulmanın umuduyla doluydu içim. Hem azalan su şişelerimi doldurmak için hem de elimi yüzümü yıkayıp hararetimi dindirmek için çok istedim bunu. Suyun yerine cırcır böceklerinin şarkıları vardı, bu da yeterdi. Diğer taraftan da aklımdan şu düşünceler de geçmiyor değil, ya su kaynağına varamadan önce suyum biterse, ya Soğukpınar'ı ıskalayıp rotadan çıkarsam, suyu olmayan bir yola girersem, günlerce susuz kalırsam... Bu yüzden içtiğim suyu bile gönül rahatlığı ile ve kana kana içemiyorum, içsem elimi yüzümü yıkayamıyorum.


Açıkçası yükseldikçe ve su bulamadıkça şaşırdım. Şelalelerde o kadar su gördükten sonra, insan Aladağlar sudan ibaret olmalı diye düşünüyor; ama yükselti arttıkça bu mevsimde Aladağlar susuzluktan kavruluyor.


Neyse ki öğleden sonra Soğukpınar dağ evine vardım. Eve vardığımda 1,5 litreye yakın suyum hala çantamda duruyordu. Eve girmeden önce, evin yanında bulunan ağaç çeşmeden küçük parmak kalınlığında akan sudan içmek için lüleye eğildim; sanırım yarım saate yakın eğik pozisyonda kaldım; doğrulduğumda belime ağrılar girdi. Sonra elimi yüzümü defalarca yıkadım.


Suyumu içtikten sonra eve girdim. Burada 5 kişilik bir grup var; plato tarafından gelmişler, traktörle Kapuzbaşı'na inecekler; bir kaçı evin içinde yatmış dinleniyor, bir kaçı sundurmada oturuyor. Onları aşağıya indirecek olan traktör gelene kadar birkaç bilgi aldım kendilerinden. Rotanın devamının çok zorlu olduğunu, özellikle Hacer  Boğazı'ndaki Taş evden sonra çok zorlanacağımı, bu bölümün kilometrelerce yüksekliği olan olan bir duvardan çok farklı olmadığını  söylediler. Ayrıca taş evin yanında da bir çeşme olduğunu, oradaki çeşmenin daha gür akmasından dolayı, biraz daha yürüyüp oraya kamp kurmamın daha mantıklı olabileceğini söylediler. Taş evin yanında su olduğunu bilmiyordum, bunu öğrendiğim iyi oldu; ama geceyi ağaç evde geçireceğim; çünkü ev yeryüzüde en iyi konuma sahip noktalardan biri bana göre; daha önce böyle bir yerde gecelememiştim. Böyle bir yerde hem de yumuşak bir minderde geceleme fırsatını tepemem; hem oldukça yoruldum; düne göre çok daha fazla yürüdüm; bugünlük bu kadar yeter. Ağaç evin güney tarafında tuvalet, banyo kuzey tarafında ise büyükçe bir oda var. Oda sedirler ve minderler ile klasik Türk evi tarzında döşenmiş ve ortada küçük bir soba var. Bu ev, buradan geçen her yolcunun kalabildiği bir yol geçen hanı olmasına rağmen evin içi, etrafı sedirler ve minderler oldukça temiz. Aladağlar'ın genelinde bir kaç nokta hariç çöp görmedim. Benden önce buradan gelip geçen herkese teşekkür ederim.



Bir süre sonra Traktör geldi. Traktörcü, dün beni minibüsüyle Yahyalı'dan Kapuzbaşı'na getiren Hasan Abi. Platodan 8 kişilik bir grup daha inecekmiş. Onlar da geceyi Soğukpınar'da geçirecekmiş, iyi yalnız kalmayacağım. 8 kişilk grubun taş ev civarından aldığı çantalarını bana bıraktı.



Telefonla aramam gereken bir yer vardı. Yukarıda ararım diye düşünmüştüm; ama burada telefon çekmiyor. Hasan Abiye "Buralarda telefonun çektiği bir nokta var mı?" diye sordum, yokmuş ve dediğine göre ilerlemekte olduğum rotada en az üç gün boyunca telefonum çekmeyecekmiş. Hasan Abi 5 kişilik grupla aşağıya inmeden önce aramam gereken numarayı Hasan Abiye verip köye indiğinde arayıp durumumu anlatmasını rica ettim.



Banyoda sular akmıyor; hem aksa bile oldukça soğuk olurdu; kendi su şişelerimi ve evden bulduğum şişeleri çeşmeden suyla doldurup güneş gören bir noktaya ısınması için bıraktım, bu sularla yıkanacağım. Evin üst tarafındaki kaya bloğunun dibinde büyük bir buz kütlesi var. Banyo suları ısınana kadar buz kütlesine doğru yürüdüm. Buzun altındaki dere yatağı boyunca yer yer bir metre su derinliğinin olduğu bir yataktan su akıyor. Bu derede yıkanmayı denedim ama su inanılmaz soğuk; sadece elimi yüzümü, ayaklarımı yıkayabildim. Bu buzulu aşağılardan da farketmiştim; nereye gidiyor bunun eriyen suları diye merak ediyordum. Bu buzulun suları bir kaç yüz metre sonra aladağların çakıl taşları arasından birdenbire kayboluyor. Aladağlar'ın genelinde sene boyunca varlığını devam ettiren buzullardan eriyip akan suların, buzuldan sonraki yer üstü yolculuğunu çok kısa sürüyor. Coğrafyanın çarşaklı yapısından dolayı su çakıl taşlarının arasında kayboluyor. Ayrıca bu dere yatağında dağ evine sadece yüz metre uzaklıkta olan; fakat dağ evinin bulunduğu noktadan görülemeyen, gürül gürül akan bir çeşme de mevcut; sanırım bu mevkinin (Soğukpınar'ın) adı bu çeşmeden geliyor.


Ben buzuldan aşağıya inince Hasan Abi'nin bıraktığı çantaların sahipleri olan Ayça, Ayşe, Ekin, Miray, Pınar, Emre, Fatih,  Kayacan bir kaç posta halinde eve ulaştılar. Gelir gelmez hemen çeşmeye eğildiler doğal olarak. Sonra oturduk, konuştuk. Arkadaşlar Boğaziçi Üniversitesi Dağcılık Klübü'nden. Bir çok defa Aladağlar'ın Niğde tarafında bulunmuşlar ve ilk defa Aladağların bu tarafına geçmişler. Aladağlar Trans etkinliğini, yarın Kapuzbaşı'nda sonlandıracaklar. Onlar da Hacer Boğazı'nın Taş ev sonrasının çok zorlu olduğunu söylediler. Ayrıca bir gece kalmayı düşündüğüm Çelikbuyduran'da yoğun rüzgara maruz kaldıklarını söylediler. Hangisi söyledi hatırlamıyorum arkadaşlardan birisi "Kapuzbaşı'na inersem ilk işim bol zeytinyağlı salata yemek olacak." dedi. Allah'ın sevgili kuluymuş... Adanalıların verdiği domatesler, biberler  çantamda duruyordu ve içeride bir şişede daha önce buraya gelenlerce bırakılan zeytin yağı da vardı. Onlar kendi yemeklerini hazırlarken içeriye geçtim salatayı hazırlayıp, yemek esnasında birer ikişer kaşık aldılar. Sevindiler. Sonra arkadaşların kamplarda sürekli oynamış olduğunu öğrendiğim ve bana da öğrettikleri bir oyunu oynadık. Keyifli bir akşam geçirdik... Oyundan sonra çok güzel bir dolunay yükseldi gökyüzüne. Biz dokuz kişi oturmuş, öylece sessizce dolunayı izlerken, bir arkadaş "Neden bir insan evladı çıkıp da bir şiir okumuyor." dedi haklı olarak. Sonra arkadaşlardan birisi şu şiiri okudu.

" Nereye gidiyoruz böyle!
   Eve...
   Hep eve... "

Biz, bir kaç arkadaş içeride minderlerin üstünde uyuduk; grubun çoğu dışarıda, sundurmada mat üzerinde uyudu. Limonatayı özledim diye bir laf etmiştim dün gece. Boğaziçili arkadaşlar sabah ayrılırken sundurmadaki masanın üzerine bir paket toz içecek bırakmışlar. Hoş oldu bu benim için, Bu içeceği Hacer Boğazı'nda afiyetle içtim. Buraya dokuz kişi gelme niyetindelermiş; ama dokuzuncu kişi çıkmamış. Aralarında dokuzuncu muhabbeti dönmüş bir süre; bana dokuzuncuları gibi davrandılar; sağ olsunlar...


Arkadaşlar evden ayrıldıktan sonra dokuzdan sekiz çıktı, ben yine bir başıma kaldım. Kısa süre sonra Hacer Boğazı yoluna düştüm anlatılanların korkusuyla. Yolda Ulupınarlı bir keçi çobanıyla karşılaştık, biraz lafladık. Her yaz keçileriyle buraya çıkarmış, geride gördüğüm çadır ona aitmiş. Su ihtiyacını çadırın üst tarafındaki buzuldan karşılıyormuş. Üç gün önce yoğun yağmur yağdığı için çadırının üst tarafındaki buzuldan eriyen sular bulanıkmış. Su ihtiyacını Soğukpınar'dan gideriyormuş. O da boğazın zor olduğunu söyledi...


Hacer Boğazı'ndaki taş evin yanındaki çeşmede rotanın en zorlu bölümü öncesi sağlam bir mola verdim.  Boğaz dedikleri kadar, varmış. Hem çok dik, hemde sığınılacak ufacık bir gölge bile yok. Mola denilirse mola veriyorsun; ama kabak gibi güneşin altındasın... Boğazın sonlarına doğru gözlerim karardı, başım döndü, sendeledim, düşecek gibi oldum. Sanırım bünyem bu yüksekliğe uyum sağlamaya çalışıyordu. Saatime baktım rakım 3000 metrenin üzerindeydi. Daha önce böyle bir yükseklikte bulunmamıştım. Her metrede kendi rekorumu yerle bir ediyordum, bunu düşünürken Direktaş'ın zirvesini gördüm bir anda; çok sevindim. Bu anlardan sonra işin kolaylaşacağını düşündüm. Direktaş görüldükten sonra patikanın eğimi önemli ölçüde azalıyor, artık işim daha kolay diye düşünüyorsun; ama dermanın kalmıyor, bir taraftan sıcak hava bastırıyor.



Direktaş'ın dibinde oturdum, bir süre gölü ve etraftaki zirveleri seyrettim. Hangisi Emler, hangisi Kızılkaya acaba diye düşünerek gideceğim yönü kestirmeye çalıştım. Sonra göle inip gölün serin sulara attım kendimi, nasıl iyi geldi anlatamam. Gölün serin suları beni kendime getirdi. Güneş batmadan, haritama kamp alanı olarak işaretlemiş olduğum Çelikbuyduran'a  ulaşabilirdim. Takip ettiğim patika gölden sonra bir çok kola ayrılıyor, haritamı çıkardım hesap kitap yapıp birisinde karar kıldım.



Yürümeye başladım; gölün biraz ilerisinde Macar Ahmet'le karşılaştım. Macar Ahmet Ulupınarlı bir keçici. Yaz boyu burada kalıyormuş. Arada bir ihtiyaçlarını gidermek için  katırla Ulupınar'a iniyormuş. Yolu ona da sordum. Seçtiğim patikayı doğru tahmin etmişim. Dediğine göre bir saate Çelikbuyduran'a varabilirmişim. Orada çelik gibi soğuk, gürül gürül akan bir su ile birlikte bir kaç çadır bulabilirmişim. Macar ailesinin ikram ettiği soğuk ayranı içip Çelikbuyduran yoluna düştüm.



Bir saat sonra aşmak üzere olduğum geçitten aşağıya bakınca bir kaç çadır gördüm. Burasının Çelikbuyduran olabileceği hususunda tereddüte düştüm. Yola çıkmadan önce baktığım bir kaç haritada Çelikbuyduran kamp alanı olarak işaretlenmişti; bir kaç kaynaktan Çelikbuyduran'da akışı gür, içimi güzel bir suyun varlığını okumuştum ve zihnimde çok başka bir Çelikbuyduran canlandırmıştım. Hayal ettiğim Çelikbuyduran, hani kamp alanı ya; geniş, yemyeşil otlaklardan oluşan, ortasından bir dere akan, sağında solunda kuzular meleşen, hatta gölgesinde keyif yapılabilecek bir kaç ağacı olan bir yerdi... Oysaki gerçek Çelibuyduran Aladağlar'ın her yanı gibi, çakıl taşı yığınlarının olduğu, küçük bir boğazda, çadırların kurulacağı yerler kazma kürekle alelade bir şekilde düzleştirilmiş, alt tarafında yüksek bir uçurum olan, hiç bir yere benzemeyen, üç beş çadırlık, muhteşem bir sadeliğe ve güzelliğe sahip bir kamp alanıydı... Hayal ettiğimden çok farklı bir Çelikbuyduran'la karşılaştım, burayı ilk anlardan itibaren kesinlikle çok sevdim. Buradaki soğuk su, yukarıdaki buzuldan geliyor; yıl boyunca akıyor; hemen yüzeye çıktığı noktanın bir kaç metre ilerisinde çakıl taşlarının arasında kaybolup gidiyor; su çok soğuk; ne kadar soğuk olduğunu anlatabilmek için elimi altında tutup kaç saniye dayanabilirim diye merak etmedim; çok soğuk işte...



Burada, iki gün sonra koşulacak olan Aladağlar Dağ Koşusunda görevli olan arkadaşlar var. Koşucular Demirkazık'ta bulunan dağ evinden erken saatte koşmaya başlayacaklar ve buradan geçeceklermiş, buradan plato tarafına geçecekler, Karagöl ve Tekepınarı üzerinden 46 kilometreyi tamamlayarak aynı noktada yarışı bitirmeye çalışacaklarmış. Oldukça ilgimi çekti bu koşu; önümüzdeki yıllarda burada koşmak için elimden geleni ardıma koymayacağım.


Akşam yemeğini arkadaşlarla beraber yedik.  Soğukpınar'da beraber olduğumuz Boğaziçili arkadaşlardan burasının rüzgarlı olduğunu öğrendiğim için tüm kazıkları sonuna kadar çaktım, çadırı sağlama aldım.  Akşam üzeri Güneş yanı başımızdan yükselen Kızılkaya'nın duvarlarını tuval olarak kullanıp, bu tuvali muhteşem renklerle boyadı. Güneş battıktan hemen sonra Çelikbuyduran buydurmaya başladı. Tulum dışında kalmak istemiyordum, ama muhteşem güzellikteki dolunayı seyretmek için başımı çadırın dışına çıkarmaktan bir çok defa imtina etmedim.  Yarınki planım şudur: erken kalkmayacağım; çıkabilirsem Emler zirveye çıkacağım; onun dışında burada gün boyu dinleneceğim ve Çelikbuyduran'da bir gece daha kalacağım.



Gece düşümde, 3-5 metre ilerimdeki uçurumdan aşağıya düştüğümü gördüm. Bunun dışında uykum gayet iyiydi. Kızılkaya, Çelikbuyduran'ın doğusunda devasa bir duvar gibi yükseliyor; bu sebeple  güneşin ışınlarının Çelikbuyduran'a ulaşabilmesi için güneşin epey yükselmesi gerekiyor. Sıcaklığından henüz bihaber olduğumuz güneş doğmuş olmasına rağmen Çelikbuyrduran epey soğuk; bu sebeple erken kalkmadım;  Öğleye doğru aşağıdaki Sokullupınar Kamp Alanı'ndan gelip Emler Zirveye çıkmakta olan Mehmet Beyin peşine düştüm; Mehmet Abi'yle birlikte yaklaşık 1 saat sonra zirve yaptık. Zirvede birbirimize sarılıp, birbirimizi kutladık. Mehmet Bey daha önce Ağrı Dağı ve Demavend zirvelerini görmüş. Emler 3723 metre; bu güne kadar yeryüzünde ayaklarım karaya basar halde bulunduğum göğe en yakın olduğum noktadır; gururluyum, mutluyum. Çok yakında Ağrı Dağı inşallah...



Emler Zirveden sonra, önce Büyük Göl'e doğru inip, oradan Hasta Hoca Gölü'ne yürümeye karar verdim. Aslında Mehmet Abi de gelip göllerde yüzmek istiyordu; ama kamp alanları olan Sokullupınar'a uygun vakitte inmesi gerekiyordu, hesap kitap yaptı; geç kalırım endişesinden dolayı yollarımız Emler zirvede ayrıldı. O Sokullupınar'a doğru inerken ben de Büyük Göle doğru inmekteydim. Hasta Hoca Gölüne varınca kirlenen bir kaç kıyafetimi ve kendimi yıkadım. Sonra geldiğim yoldan Çelikbuyduran'a dönmeye başladım; bu sıralarda uygun fiyata buldum diye sevindiğim ayakkabılarımdan birisi ayak bileğime vurmaya başladı. Gece Çelikbuyduran yine buyduruyordu ve sert bir rüzgar vardı; yalnız uyuması yine müthiş keyifliydi.



Ertesi gün sabah koşucuları izlemek eğlenceliydi. Koşucuların geçişi bittikten sonra çadırda bir süre daha uyudum toparlanıp Demirkazık'a doğru inişe geçtim. İnerken 2006 yılında yakınlarımda bir yerde çığa maruz kalan ve burada dördünün canlarının uçup gittiği dağcıları düşündüm...

Sokullupınar'da kısa bir mola verdim. Burada yanlarına çay almayı unutmuş bir gruba kalan çayımı verdim. Demirkazık'a inişte ayakkabımın vurması dışında başka bir sorunum yoktu. Demirkazık'a indiğimde limonatamı içerken beni bu dağlara çağıran şeyin ne olduğunu tekrar düşündüm.

Aladağlar'da çakıl taşlarından başka bir şey yok gibi görünüyor; öyleyse nice insanı buraya çağıran nedir. Aladağlar'da bir insanın ruhuna iyi gelecek çok şey var.  Aladağlar'da sadelik, sükunet ve huzur var. Limitleri zorlama ve başarma duygusunun güzelliği var. Canları bu dağlarda uçup giden 18 insanı ve nicelerini bu dağlara çağıran şey budur. Tunç Recep Çatak'ın ebediyete kadar bu dağlarda yatmak isteme sebebi de aynı şeydir. Korkuyorum; öncesinde neden üzerinde olduğumu tam olarak bilmediğim toprakları tekrar görememekten korkuyorum. 

Aladağlar Fotoğraf Albümü

Yorumlar

  1. tebrikler Ali Hocam bi başına yine çok güzel bir tur gerçekleştirmişsin.Yazıyı okurken ben de yanında yürüdüm sanki.Darısı Ağrı Dağı'na olsun
    selamlar...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız